10-11 Haziran hafta sonu spor müsabakalarının zirve yaptığı bir hafta oluyor. Gerçi haziran ayının geneli böyle geçiyor. Roland Garros-Fransa Tenis Turnuvası, Şampiyonlar Ligi Finali, 24-Saat Le Mans Otomobil Yarışlarının 100. Yılı bu haftaya denk geldi. Hepsini seyretmeye çalışıyorum ama aklım da bir yandan sokaktaki sosyal hayatta kalıyor. Önce tenis maçlarıyla başlayayım. O kadar dirayetli tenisçiler vardı ki 4-5 saatlik molalı mücadelelerde insan şaşıp kalıyor bu bitmek tükenmek bilmeyen enerji ve kazanma hırsı nereden geliyor diye. Organizasyon tarafından tribüne yazılmış ikonik yazıdaki mesajla cevabımı aldım: “Zafer en dirayetliye aittir.”

24-Saat Le Mans Otomobil Yarışlarının 100. Yılı bu yıl kutlanıyor ve öyle bir haftaya denk geldi ki “bardaktan boşanırcasına” tabirini nasıl oluyor öyle diye merak edenler pisti görseler “işte böyle oluyor demek ki” diyebilirlerdi. O an aklıma “yağmurda yarış sanatı” romanı geldi. “Eğer ortam şartlarını gözetleyebiliyorsanız yağmur sadece yağmurdur. Yarışta kalın.” Öyle değil mi? Hayatta da hep güneşli günler bizi beklemeyecek ya. Şimdiki gençlerin en büyük sınavı, ortam şartlarını ebeveynlerinin hazırlıyor oluşu. Bence bunu kendileri fark edip “yağmur lastiğine” geçip geçmeyeceklerine, geçeceklerse bunun ne zaman olacağına karar vermeleri için onlara fırsatlar yaratılmalıdır. Ancak bu sayede yarışta kalabilirler.

Şampiyonlar Ligi Finali M. City (İngiltere) ve Inter (İtalya) takımları arasında oynandı. Maçın ağır favorisi M. City takımıydı. Maçtan önce dinlediğim tüm spor yazarlarının ortak görüşü bu yöndeydi ve buna kesin gözüyle bakılıyordu. Hatta 3-0 lar 4-0 lar bu düzeydeki bir finale yakıştırılmaya başlanmıştı. M. City zorlana zorlana 1-0’ı buldu. Inter son anlarda 2-3 golü kaçırmasa, herkesin tahminleri yanılmış olacaktı. 

Bu maçta olanlar beni hiç yanıltmamıştı zira yıllar önce İspanya’da bir eğitimde tanıştığım iki İtalyan arkadaşımla yaşadığım bir anekdot, dünkü maç öncesi beni biraz farklı düşündürtüyordu. Eğitim sonrası akşam geç vakit dinlenme odasında İtalya Serie A takımlarından ikisinin maçını televizyondan izliyorduk. Maç sürekli bir takımın yarı sahasında oynanıyor, diğer takım kalecisi soyunma odasına gidip gelse kimsenin neredeyse haberi olmayacak. Bir takım o derece üstün oynuyor. İki İtalyan arkadaşımdan biri sürekli bir heyecan içinde bağırıp çağırıyor kendini oradan oraya atıyor. Muhtemelen üstün takım seyircisinin böyle davrandığını düşüneceksiniz. Tam tersine. Sürekli müdafaa da kalan takımı tutan arkadaşımın ruh hali böyleydi. Havalara uçuyordu adeta. Maç 0-0 berabere bittiğindeki coşkusu ise inanılmazdı. Kahve otomatından kendisine bir kahve ısmarladım ve başladık konuşmaya. Neden çok sevindiğini, kendi takımlarının resmen ezildiğini hatta sürklase edildiğini söylediğimde bana “Katenaçyo” dedi. “Yani?” dedim. “Yani ben bugün bizim takımın yaptığı savunmaya bayıldım.” O zaman bazen savunarak da savaş kazanılabileceğini, gelecek için bir umut oluşabileceğini anladım. 

Tarihte de böyle olmamış mıydı? Çanakkale de geçilememiş; Kurtuluş Savaşımız için ilk kıvılcım olmuştu. “Dunkirk Tahliyesi” Adolf Hitler’in yenilebileceğinin, yani 2. Dünya Savaşı’nın kazanılabileceğinin ilk sinyali değil miydi? 

O halde haftaya üniversiteye girişte büyük sınav verecek gençlere tavsiyelerim belli: “Hayatta inatçı olacağız. Yenemediğimizde savunmada kalacağız, fırsat kollayacağız. Böylece oyunda kalmış olacağız. Bırakmak yok!”