Bugünkü yazımıza şöyle bir soruyla başlasak günümüz insanı neyin ve nelerin peşindedir? Acaba yüzünü hangi yöne dönmüştür ve hangi rüzgârlara bel bağlamaktadır?

Her insanın hayattan farklı beklentileri bulunmaktadır. Yine her insanın hayat karşısındaki tavırları davranışları, kuşkusuz bu soruların da cevabını aramakla geçiyor.

 Soluduğumuz havadaki oksijenin azalması gibi insan fikirlerinin bünyesindeki oksijen vari kaynaklar da kurumaya yüz tutmuşsa, kendimize sorduğumuz soruların cevaplarımı alamamayı veya verememeyi normal karşılamalıyız.

 Karşılamalıyız çünkü, bu ortamların insanları; kendilerine eleştiri getiremeyen dahası kendilerine herhangi bir soru yöneltmekten aciz insanlardır. 

Düşünmemenin, sorgulamamanın moda olduğu şu günlerde, insanların da bu modanın itaatkâr kulları haline getirilmiş birer robottan ibaret olduklarını söylemek, insanların kendilerine yönelik herhangi bir problemi dert edinmemelerini de açıklıyor.

Tüketimden başkaca bir derdi olmayanın, daha güzel bir toplum içinde yaşamak, doğruların hâkim kılındığı adil bir toplum içinde yaşamak, bu yolda gayret göstermek, atacağı adımları buna göre atmak gibi bir derdi olabilir mi hiç? Bu ancak insan olmanın kazandırdığı sorumluluklarını duyan, bunun bilincine varan kısacası düşünen, düşünceyi kendine dert edinen insanların işi, düşünen sorumluluk sahibi olduğunun da farkında olan kişidir.

Düşünmeyen, sorgulamayan düşünmekten ve sorgulamaktan kaçınan insanların rahat oluşları ya da tarafımızdan öyle algılanmaları, onların bir sorumluluk taşımamalarında gizli değil midir? Bu sorumluluktan kaçınanlar, aynı zamanda sınırsız bir özgürlüğe kavuşmak isteyenlerdir. 

Sahi sınırsız bir özgürlük diye bir kavram var mı? Bir kul olduğunun bilincine varmış insanlar için bunların bir önemi yoktur ama, bu ‘yok’luğa bir anlam kazandırmak için o kadar çok insanın çevremizde çalışıp çabaladığını görüyoruz ki bunun getirdiği kompleksle inancımızdan birtakım özgürlükler ihdas etmeye başlıyoruz insanlara.

İşte insanı asıl düşündüren bunlar oluyor, kazancın helal mi, haram mı, olduğu   birinin özgürlüğünün bittiği yerde başka birinin özgürlüğünün başladığını, birey için sınırsız bir özgürlüğün olamayacağını ne istersem yaparım, bana kimse karışamaz diyemeyeceğini o nedenle hep bu ihdas zorunluluğundan çıkmıyor mu bu sorunlar? Bu ihdas zorunluluğunun bir adım ötede sınırsız bir özgürlük isteklerine bağlandığını, bağlanmak durumunda kalacağını görmüyor muyuz gerçekten?

İslam dini açısından olaya baktığımızda: İnsanın, sınırsız bir özgürlüğü var mı? El Hak tabiki yok, insan her şeyi yok tan vareden, yaratan Allah karşısında? Kendisine bir seçim yapmıştır ve Allah karşısında kul olmayı kabul etmiştir. Bunun için söz verenler, seçimde tercihlerini ortaya koymuşlardır. Başlangıçta, Allah'a ezeli ervahta bütün insanlar söz vermişlerdir.

 Rab olarak, terbiyeci olarak, uyulacak, itaat edilecek hüküm kaynağı olarak, sığınılacak yer olarak, korkulacak ve istenilecek yer olarak başlangıçta verilen bu sözden, şeytanın aldatma ve kandırmacasıyla cayan insanlardan bazıları sınırsız bir özgürlüğün ilk savunucuları oldular tarihte.

Evet sınırsız bir özgürlük, sınırsız kötülüklerin de ilk başlangıcı oldu. İlk kötülük Allah'ı tanımamak oldu; Kötülüklerin başı ve en büyüğü olarak. Allah'ı tanımamak, diğer bütün kötülükleri meşru kıldı, bu insanların gözünde.

Her şey serbestti kendilerine, her şeye güç yetirebileceklerini sandılar. "Pis bir sudan yaratıldıklarını unutan bu insanlar gün geldi Allah Peygamberlerine, ufalanmakta olan kemikleri delil olarak göstermeye kalkıştılar: "Bu hale gelmişken mi biz tekrar yaratılacağız?" diyerek peygamberlerin getirdiği ve insanlara ulaştırmaya çalıştığı hakikati alaya almaya çalıştılar.

Sınırsız bir özgürlüğün ilk bulaşıklarını bu alaylarıyla sarıp sarmaladılar. Buna rağmen sınırsız kötülüklerin ağında boğulmaktan da kurtulamadılar. Atasoy Müftüoğlu, bir zamanlar kendisiyle Dönüşüm Dergisi'nde yapılan bir konuşmasında sınırsız özgürlük istemlerinin günümüze ulaşan çizgisini şöyle dile getirmişti:

"Birey sınırsız bir özgürlük yoluyla elde ettiği sınırsız kötülükleri işleme özgürlüğü kazandı ama, kendini bütün unsurlarıyla yitirmiş oldu." Çağımız insanı da bütün insanî unsurlardan arındırılmaya çalışılan, makineleştirilip robotlaştırılmak istenen bir piyon olmaya doğru gitmiyor mu? 

Bugün yapay zeka ile oluşturulan robotlar bir üretim faaliyetinin vazgeçilmez elemanı olabilir, resim çizebilir, şarkı söyleyebilir ve konuşabilir ama hiçbir zaman düşünemezler. Güzel bir toplum hayal edemez, adil bir düzen kurulması için çalışamaz. Paylaşacak bir şeyleri yoktur robotların. Hüzünleri bile, dertleri bile, durup dururken, kendilerine sorular da soramaz robotlar.

Bir şeyleri birilerine ihdas etme zorunluluğunu programlarının ucundan bile geçirmezler. O halde, insan hem de kul olduğunu, yaratılan aciz bir varlık olduğunu bile bile buna nasıl kalkışabilir? Ve nasıl kendi üzerinde belirleyici beşerî programlara uyar insan? düşünmemekle değil mi? Düşünmemek yüzünden, kendini tanımamak yüzünden. 

Kendini tanımayan insan önüne gelen kuvvetli rüzgarlarda bel bağlamak durumundadır her zaman. En başta düşünceyi atmakla insan, zulüm rüzgarları karşısında savunmasız bırakmıştır kendisini

Razı olmuştur olacaklara. Hayatta niçin bulunduğunu bilmeyen insan nasıl yaşaması gerektiğini de bilmez. İnsanın hep bu dünyaya yönelik beklentileri, yaşadığı coğrafyayı bir savaş alanı haline dönüştürmesine biricik sebeptir. Günümüzde, düşünmeyen, sorgulamayan üretmeyen ve sürekli tüketen bir insan modeli oluşturmak isteniyor, sözüm ona bu insanın adına da çağdaş batı insanı diyorlar.

Özendiğimiz, özenilen ve özendirilen çağdaş batı insanı, bir tarafı modern, bir tarafı ilerici olan bu insanı bakınız Atilla İlhan nasıl tarif ediyor: "Çağdaş batının davranışını hangi birimle ölçerseniz ölçün, eski ve orta çağlarından daha insancı ve ilerici bulamayacaksınız. Neden mi? Batının güçlenmesi, bu gücüne yaslanarak yeryüzüne kendi yasa ve değerler düzeni olarak zorla kabul ettirmesi, asıl bu çağda başlıyor da ondan! Üstelik kendini yalnız ve saltık egemen duyar duymaz bütün kuşkulardan tertemiz elini yıkıyor, olduğu gibi görünüyor gözümüze. Peki nasıl? Sömürgeci savaşçı, saygısız ve barbar, ırkçı, vs.…’’

Bugünkü dünyaya baktığımızda çağdaş batı toplumlarının nasıl bu hale geldiklerini görmekteyiz. Yüzyıllardır, Afrika’yı, Ortadoğu’yu, Asya’yı nasıl sömürdüğünü ve oralarda yoksulluk, kaos, kargaşa kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmadığını görmekteyiz.

Medeniyetin beşiği” olarak kendi anlayışlarını, kurallarını, kanunlarını, fikir ve hayat ölçülerini işaret eden Batılı devletler, medeniyet namına başta “Ortadoğu” olarak adlandırdığı Müslüman coğrafya olmak üzere dünyanın dört bir yanını terörize etmiş durumda. İşte! Irak Suriye, Nijer, Mali, Afganistan, Ukrayna vb. Her yeni bir yıl, bu coğrafyalarda yaşayan vatandaşlar için zulüm, işkence ve ölüm yılı oluyor.

Çocuklar ölüyor, kadınlar ölüyor; gençler, yaşlılar, anne karnındaki bebekler ölüyor. Bu durumdan kazançlı çıkanlar ise silah ticaretini her yeni yılda daha da katlayan Londra oluyor New York oluyor, Roma oluyor, Fransa oluyor… Batılı medeni vampirler tarafından kanları emilen mazlumlar bir yıla daha gözlerinde yaş, yüreklerinde sızı, düşüncelerinde öfke ile girerken,

Zulme uğrayan bu insanların sesini maalesef batı duymuyor, duymak istemiyor. Ama bir fok balığının hayatını kurtarmak ise batıda gündem oluyor. İşte batı bu…