Sosyal değişimler de bir yönüyle kimyasal değişimlere benzer. Kimyasal değişimin başlaması için önce atomlar arasındaki bağların kopması gibi, sosyal değişimde de önce insanlar arasındaki duygusal bağlar kopar. Daha sonra yeni oluşan guruplarda yeni duygusal bağlar oluşur. Zaman içerisinde ortama uyumla oluşan bağlar, ortak hikâye ve anılar biriktirilerek kuvvetlenir.

Ancak rahatlık bölgemiz, konfor alanımız düşünce ve davranış kalıplarımızın kemikleşmiş sınırlarıdır. Bu sınırlar içerisinde gelişme olmaz, dolayısıyla olumlu değişim de olmaz. Değişim, konfor alanımızdan çıkma çabası gerektirir. Asıl direnç burada başlar. Zihinsel olarak kendimizi iyi hissettiğimiz ve yıllardır süren sosyal statü, arkadaş ve alışkanlıklarımızdan vaz geçmenin zorluğunu yaşarız. Bununla birlikte değişim, başta belirsizlik olmak üzere birçok korku ve riski de yanında taşır. Bunlar; değişim hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmamak,  başarısız olma düşüncesi, dışlanma korkusu ve var olan statüyü kaybetme endişesi gibi.

İnsan bulunduğu toplulukta kendine ait bir şeyler bulamadığında, eskisi gibi değer görmediğini hissettiğinde, geleceğe inancı azalır, kaygılanmaya başlar. Bulunduğu yerde hiçbir etkisi ve değerinin olmadığını gördüğünde de yeni arayışlara yönelir. Temel değerlerine bağlıysa, değerlerinden taviz vermeyecek kadar prensip sahibiyse yeni arayışlara yönelmesi kaçınılmaz. Bulunduğu yerde bir çıkışın olmayacağına inandığında, durumu değiştirmek için sorumluluk almaya istekli olduğunda yeni çıkış noktaları arar.

Farklı sosyal ve siyasi guruplarda gelen bu insanlar işin doğası gereği farklı sesler çıkarabilirler. 

Kimyasal tepkimede, dağın zirvesinde, değişimin oluştuğu “geçiş evresi” seviyesini bir eşik olarak kabul ettiğimizde, bu eşiğe kadar eski sosyal ve duygusal bağlarımız azalarak devam eder. Yeni bir başlangıç, yeni bir sistem bu eşikten sonra kesinleşir.  Çünkü farklı bir kimliğe kavuşmanın başlangıcıdır.  Haliyle düşünce yapımız da bu yeni guruba uyum sağlayacak şekilde değişecektir. Bu eşik ilk adımdır ve yeni bağlar kurulmaya başlar.  Bununla birlikte yıllarca birlikte olduğumuz insanlarla oluşan duygusal bağlarımızın da bir anda kopmasını bekleyemeyiz.

Yeni bir oluşum sürecinin ilk zamanlarında, sürecini tamamlanıp, ortak aidiyet kültürü oluşuncaya kadar geçiş sürecinin aşıldığı söylenemez. Geçi süreci aşılmadan da dağın diğer tarafına geçmiş olmayız. Dolayısıyla yeni kurulan bağlar, zayıfladığını düşündüğümüz, geride bıraktığımız duygusal bağlardan daha kuvvetli değildir. Ta ki dağın diğer tarafına geçtiğimizde, değişim gerçekleşir ve yeni aidiyet bağları, eski bağlardan daha kuvvetli olur. Aidiyet bağlarının eski bağlardan kuvvetli olması da yeni oluşumu daha güçlü duruma getirir. İnsanlar ait edildikleri şeyi sahiplenir, savunurlar.

Değişimi olumsuz yönde etkileyecek davranışlardan biri de, geldiğimiz gurupların önemli şahıs ve simgelerine yapılan ağır eleştiriler ve hakaretlerdir. Unutmamamız gereken en önemli nokta, sevip saydığımız kişileri başkalarının da sevip saymak zorunda olmadığıdır. Biz de başkalarının sevip saydığı kişileri sevip saymak zorunda değiliz. Burada üzerinde durulması gereken en önemli konu topluma mal edilmiş şahsiyetle hakkında konuşurken eleştirinin dozuna dikkat edilmesidir. Yeni oluşumda rol alanlar, insanların geldikleri topluluklardaki arkadaşlarıyla aralarındaki duygusal bağları görmezden gelemezler. Bu yüzden topluma mal olmuş siyasi simge, figür ve şahsiyetlere ağır eleştirilerde bulunmak, insanlar arasında duygusal kırılmalara sebep olabilir. Bu kırılmalar da oluşum sürecini yavaşlatır, küskünlüklere yol açar.

Yeryüzünde değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Her şey değişir. Önemli olan bu değişimlerin, olumlu, yapıcı, iyi ve gelişime yönelik olmasıdır. Değişim isteyen herkes davranışlarına dikkat etmeli ve bir katalizör görevi üstlenmelidir.  Değişimdeki direnç noktalarını minimize etmek ve değişim hızını artırmak zorundadır.

Unutulmamalıdır ki, aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır!