Son yıllarda, özellikle seçim dönemlerinde, ‘Yeni Türkiye’ söylemleri duyuyoruz.

Bir şeyin yenisini getirmenin temel gerekçesi eskisinden daha iyi olma şartıdır.

Bundan dolayı kurum ve kuruluşlar yeni bir ürünü piyasaya sürme kararı vermeden önce, bünyelerindeki en nitelikli ve elit elemanların görevli olduğu AR-GE departmanları uzun yıllar araştırma yaparlar.

Nihayetinde en ince ayrıntısına kadar araştırıldıktan sonra ve bundan öte artı bir değer katacaksa o ürün piyasaya sürülür.

Bu araştırmalar bilim ve teknolojinin son gelişmelerini kullanarak yapılır ama asla şu yöntem kullanılmaz: ‘Deneme, yanılma’ yöntemi.

En sıradan bir ürün için bunlar yapılırken, toplumları hele ki sistem değişikliğine ‘deneme yanılma’ yöntemi ile üstelik işin ehli olmayan kişilerle, gidilmeye kalkışılırsa ortaya çıkacak kaçınılmaz sonuç felakettir.

Ve maalesef ‘Yeni Türkiye’ hedefi ile çıkılan yolda aynen bunlar yapılmakta.

Neredeyse alan yok ki eskisinden çok daha kötüye gidilmesin.

Eğitimde güya iyileştirme için yapılan hamleler OECD ülkeleri arasında bizi sondan ikinci yapmıştır ki yirmi yıl önce ilk yirmilerdeydik.

 

Sağlıkta yapılan ‘reformlar’ eski kuyrukları ve aylar sonrasına verilen randevuları geri getirmekle kalmadı, katkı payları ile sağlık paralı hale gelmiştir ki en azından eskiden kuyruklar vardı ama sağlık parasızdı.

 

Ulaşımda duble yol, köprü ve otobanlarla övünülüyor ancak yeni yapılan bu yollarda bölüm yok ki daha iki yıl geçmeden, kalitesiz işçilikten dolayı, bakım ve tadilata girilmesin ki buradaki rant konularına da girmeyelim.

 

Tarım ve çiftçilik konusuna girmeye gerek bile yok. Her şey ortada.

Böyle giderse temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanırsa kimse şaşırmasın.

 

Dış politika, ekonomi, refah düzeyi buralara da hiç girmeyelim.

Ortaya çıkan bu tablonun ışığında birileri çıkmış: "Cumhuriyetimizin 100. yılında dünyada ilk 10 ekonomi arasına gireceğiz" diyor ama son 20 yılda bırakın aşama kat etmeyi 16'ncı en büyük ekonomiden ilk 20'nin dışına geriledik.

 

Ayrıca bu nasıl bir tezattır. Bir Osmanlı özentisi almış başını gitmiş.

 

Hem yeni Türkiye’den bahsedeceksiniz, hem eskiye dönüp ikide bir Osmanlı diyeceksiniz. Bu nasıl bir çelişkidir.

 

Peki nedir bu Osmanlı?

Osmanlı 100 yıl önce Mondros antlaşması ile bitkisel hayata girmiş ve 1 Kasım 1922 yılında da 623 yıllık Osmanlı saltanatı fiilen sona ermiştir. Osmanlının çöküşü ile ilgili ciltler dolusu kitaplar yazılabilir. Yazılmıştır da. Ama özetleyecek olursak Osmanlı büyük başarılar ve zaferler ile geçen dört yüz yılın ardından, Sanayi devrimi ile başlayan gelişmelerden, bilimden, ilimden ve en önemlisi halkından uzak kalarak yozlaşmış ve çökmüştür.

 

Her ne kadar 15. yüzyıldan itibaren Avrupa'da Rönesans’ın ilk dönemlerinde Fatih, Yavuz ve Kanuni ile Osmanlı çağa ayak uydursa da ilerleyen zamanlarda gelen padişahların hiçbiri onların ayarında olamamıştır.

 

Ve son iki yüzyılda Abdulhamit hanı ayrı tutarsak ki Osmanlı için sonun başlangıcı asıl Abdülhamit hanın bazı şer odaklar tarafından tahttan uzaklaştırılması olmuştur. Abdülhamit han tahtta kalsaydı Osmanlının son yıllarında düştüğü rezil durumlara maruz kalmayabilirdi.

 

Bir parantez de hıyanet ve gaflet içinde olan ‘İttihat ve terakki’ denen mason örgüte açmak lazım. Osmanlıya son darbeyi indiren de bunlar olmuştur.

Sonuç olarak Osmanlı saltanatı yüz yıl önce şanlı tarihimize yakışmayan şekilde, üstelik işgal edilerek son bulmuştur.

Ve bu gün birileri kalkacak Devletimizi yok olma eşiğine getiren bu gerici zihniyete ve yönetim tarzına özlem duyacak ve diğer taraftan da yeni Türkiye’den bahsedecek.

Günümüzün gelişmiş ülkelerine baktığımızda hangisi geçmişine özlem duyarak veya geçmiş yönetim tarzını örnek alarak ilerlemiş.

Osmanlıya özlemin Hilafet ile ilgili dini boyutu da var ki bu da çok ayrı ve ayrıca ele alınması gereken bir konu.

Nihayetinde Osmanlı sevapları ve günahları ile yaşanmış ve geri gelmemek üzere bitmiştir. Oradan alacaklarımızı alıp, içlerinden gurur duyacak atalarımız ile gurur duyup yolumuza devam etmeliyiz.