Her pazar olduğu gibi bugün de sizlere kıssadan hisse çıkaracak bir hikâye aktaracağım.

Keyifle okumanız dileğiyle.

-Nazif Bey’le görüşmek istiyorum.

-Nazif Bey mi? 

-Evet, Nazif Bey!

-Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.

-Ya, öyle mi? Gözlerinden yaşlar süzülüp damladı.

-Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı?

-Evet var, oğlu Selim Bey.

-Öyleyse Selim Bey’le görüşebilir miyim?

Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor ama ben yine de kendisine bir haber vereyim.

-Kim diyelim efendim?

-Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.

-Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.

Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,

-Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.

-Bendeniz de Selim Cebeci. Lütfen buyurun, oturun.

Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:

-Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl. Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu anı bekledim. Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam. Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.

Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu.

-Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi?

Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla “Evet” dedi.

Selim Bey’in gözleri sevinçle parladı.

-Babamla sizi uzun yıllar aradık ama bulamadık.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı.

-Uzun yıllar sizi aradık “Sizi karşıma Allah çıkardı.”

-Peki, ama neden?

-Bizdeki emanetinizi vermek için.

-Emanet mi?

Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine “Gelebilir misiniz?” deyip telefonu kapattı. Yanına çağırdığı kişin kulağına bir şeyler söyledi…

Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,

-Bu günlerimi büyük insan Nazif Bey’e borçluyum. Bana yalnızca maddî destek vermedi, manen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mana veremediği diğer tabloya kaydı.

Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti.

Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…“

Bir müddet sabredeceğiz, sonra…”

Bir müddet yürüyeceğiz, sonra…” diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.

İyice meraklanmıştı.

-Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mana veremedim.

-Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin…

Babam, ‘Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…’ dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, ‘Alışacağız’ dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Annem bezgin bir sesle, ‘Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız’ diye haykırdı. Bunun üzerine babam, ‘Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız’ dedi.

Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, ‘Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz’ dedi.

Kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, ‘Yoruldum’ dedim.

Babam oldukça sakin bir şekilde, ‘Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız’ dedi.

Daha sonra babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim.

Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.

Duvarda ‘Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir’ yazısı vardı.

Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık.

Bir gün babam her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu.

Bugün, benim için ne manaya geliyor biliyor musunuz?’ dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti.

Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu.

Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. İçinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve ‘Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime ‘bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun’ demiştim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı’ dedi.

Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi.

Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım.

Bu çoraplar her gün bana, ‘Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır’ diyor.

-Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey.

Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.

Selim Bey’e döndü ve “Siz ne yapardınız?” diye sordu.

-Bir müddet zeytin yerdim, sonra… dedi ve gülümsedi.

O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi.

Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Bey’e uzattı.

-Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.

Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. Keseden birkaç tane Cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kağıdı açıp okumaya başladı.

“Sevgili Mehmet Bey oğlum,

Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu…

Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim.

Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.

Bir müddet sonra imkanlarıma yeniden kavuştum; lakin bu sefer de size ulaşamadım.

Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım.

Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum.

Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabbim bilir.

Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim.

Bu altınlar sizindir.

Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.

Sevgilerimle, Nazif Cebeci…”

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu.

Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu.

Bu hikâyeden o kadar çıkarılacak çok ders var ki hangisini anlatalım.

İsteyen istediği yerden gerekli dersi çıkarır.

İyileri her daim rahmetle analım.