Bizi köklerimizden kopardılar. Legolar gibi dikdörtgen, ruhsuz ve sevimsiz binaların arasına attılar. Sonra bizi inandırdılar; bu binalar olmazsa yaşayamayız, kapıda görevli olmazsa güvende olamayız, yapay su birikintilerimiz olmazsa olmazımız, parklara gitmezsek eğlenemeyiz, alışveriş etmezsek çalışmamızın karşılığını kendimize veremeyiz, akşamları başka bir lego bloğuna girip bir şeyler yiyip içmezsek kendimize vakit ayıramayız…

Bu binalar bizi hasta ediyor ve biz hastanelere yakın olmak için bu binalarda yaşıyoruz. Bu sevimsiz manzara bizi öldürüyor ve biz görmek istediğimiz manzaraların dijital baskılarını satın alıp duvarımıza asıyoruz. Bu binalarda yaşamak için çalışıyor sonra bu işte çalışmak için bu binalardan ayrılamıyoruz. Bu binalar, yürüyen merdivenler, sağlıksız yiyecekler bizi şişmanlatıyor ve biz bu kiloları vermek için yürüyüş yapacak parklar arıyoruz. Yine bu binaların arasında olmasını diliyoruz. Hatta daha da kötüsü olduğu yerde dönen bantlarda sözüm ona ‘yürüyüş’ yapıyoruz. O sağlıksız yiyecekleri yiyebilmek için yine kapalı binalara gidiyoruz sonra sağlığımızı kazanmak için başka kapalı binalarda egzersiz yapıyoruz, diyetisyen arayıp para harcayarak aldığımız kiloları parayla vermeye çalışıyoruz. Yolculuklarımızı kısaltmak için daha hızlı araçlar satın alıyor sonra uzun yolculuklara çıkmak için o araçları kullanıyoruz. Havadan, doğadan, denizden uzaklara gidip çalışıyoruz sonra çalışmamızın yorgunluğunu atmak için bir hafta, on günlüğüne milyarlar harcayıp doğaya, denize ve havaya yakın yerlere gidiyoruz. Çocuklarımızı ağaçlardan, ağaçlara tırmanmaktan alıkoyuyor sonra sağlıklı olduğu için onlara ağaçtan yapılmış pahalı oyuncaklar alıyoruz. Annelerimizin ördüğü yünleri demode bulup onlara giydirmiyor sonra etiketlerde “%100 pamuk” ifadeleri arıyoruz. “Köylü gibi” giyinmekten, yaşamaktan, toprağa el sürmekten, ellerimizin çatlamasından, tırnaklarımızın kirlenmesinden imtina ediyor ardından şehirlerde organik pazarlar arıyoruz. Plastiklerimize ahşap görünümü veriyoruz, banklara ağaç havası vermek için kalıba beton döküyoruz.

Kendi elimizle yarattığımız yapay ihtiyaçlarımız var. Onlar olmadan yaşayamayacağımıza kendimizi öyle bir inandırmışız ki aksini aklımız almıyor. Sanki insanoğlu daha oğlu bile yokken, ilk insanken bir metro istasyonuna indirilmiş. Havuzlu site içinde güvenlikli daire verilmiş. Tüm bunları kendi ellerimizle yarattık ve şimdi hepsinin esiri olduk.

Haydi itiraf edelim, emekli olup köye yerleşme hayalimiz filan yok çoğumuzun. Aslında hiçbirimiz sessiz, sakin bir kıyı düşlemiyor yaşamak için. Şehirlerin sesi ninni olmuş kara kalplerimize. Onu duymadan uyuyamayız yarım uykularımızı. Bu betonlar bedenimizin bir uzvu olmuş adeta. Onlara dokunmadan sağlayamayız sahte huzurumuzu.

“Şöyle bir bahçem olsa; domates, biber eksem; bir ineğim olsa; sütünü sağıp içsem; ninem de ne güzel örüyor şu patiği; ben de örüp giysem; kendi fistanımı diksem…”

Yalan söylüyorsun! Sen domatese bibere en çok market poşetine koyarken dokunuyorsun, toplarken tüylerinin günlerce seni kaşındıracağını bilsen o bahçeye beton dökersin.

Kendini bile kandıramıyorsun! İnek görsen kokusundan tiksinirsin. Asla yaklaşıp sağmaya cesaret edemezsin.

Uyduruyorsun! Ninemin ördüğü şeyleri giymezsin, fistan nedir bilmezsin. Sen o indirim günlerini kovalayıp kağıt etiketler okunurken çıkan ‘bip’ sesinden vazgeçemezsin.

Köklerin nerede? Sen nereye aitsin? Ne yapmak, nasıl yaşamak istiyorsun? Yaşamak için mi yoksa ölmemek için mi çabalıyorsun.

Köklerimizden kopardık kendimizi. Bu yüzden içimizde hiç bitmeyecek sıla hasreti…