Kalbinin atışını anlatabilir misin bana? Hızlı mı mesela, yavaş mı, güçlü mü, zayıf mı? Heyecanlandığında nerede olur? Bileklerinde mi duyarsın, yoksa dudaklarının ince derisinin altında mı kaynar kanın? Korktuğunda şakakların zonklar mı? Avuçların terler mi?

Bu kadar gürültünün arasında kendi sesini nasıl seçersin? Sana tanıdık geldiğinden mi sadece? Kendi kendine konuşur musun mesela yalnız kaldığında? Yahut en son ne zaman hasbihal ettin içinle?

Dışarısı, başkaları, sesleri, renkleri, görüntüleri, hiç bitmeyen sözleri seni çepeçevre sarmışken kaç dakika kendinle kalıyorsun gün içinde? Uyurken mi mesela, uyumadan o meşhur günün muhakemesini en son ne zaman yaptın, sadece içini dinledin? Yoksa hepimizin yaptığı gibi akıllı telefonun muydu gördüğün son şey? Belki bir kitap, iyi ihtimalle. Ama sen yoksun. Sen bunların hiç birinin içinde tam olarak yoksun. Kendinle konuşmayı, kendine bakmayı, yüzünün yeni çizgilerini görmeyi reddediyorsun. Çok kalabalıksın, çok kalabalığız. Çok işimiz var, dostlarımız var, komşularımız, iş arkadaşlarımız, ailemiz, sorumluluklarımız, hobilerimiz, arkadaş toplantılarımız, katılmamız gereken davetlerimiz… Hepsi var. Hangisi biziz peki? Hangisinde kendimizi bulduk tam anlamıyla? Ya da hangilerinden zevk aldık azıcık olsun? Belki de cevabınız; hiç. Ya da ona yakın bir şey. Hiç istemesek de, sevmesek de birçoğuna sırf görev diye, âdet yerini bulsun diye katlanıyoruz. Böyle oldukça da kendimizden çalıyoruz, eksiliyoruz. Kendimizden daha fazla uzaklaşıyoruz, yabancılaşıyoruz.

Kendini bunun dışında görenler elbette olacaktır, bunları severek yaptığını iddia edip kendini de asla ihmal etmediğini söyleyenler… Kim bilir, ben yanılıyorumdur belki de ya da en azından senin için yanılmışımdır güzel kardeşim. Ve ben bu yanılgıdan gurur duyarım. Ne güzel eğer benim yukarıda söylediğim gibi değilse hayatın. Ama biz, ötekiler, sanırım böyleyiz.

Git gide yalnızlaştığımız dünyada kendimizden bu kadar uzaklaşmayı nasıl başarabildik acaba? Çevremizden âzâdeyiz, kendimizden de uzaktayız. Peki, neredeyiz biz? Kiminle, nelerle uğraşmaktayız? Elimize bir kez geçmiş bu yaşama şansını nelere harcamaktayız? Bu deneme sürümü mü yoksa, aslına geçmedik mi? Sana da öyle gelmiyor mu bazen? Sanki hayat tam başlamamış gibi, hazırlık yılında gibiyiz, hâlâ geleceğimiz için çabalıyoruz, çalışıyoruz, yarınlarımızı düşlüyoruz, yarınlara hedefler koyuyoruz. Onlara bir gün varacağımızı düşünerek bugünleri feda ediyoruz. Peki, bugünleriniz de bazı hedeflerinizin adresi değil miydi aslında? Sanki bu zamanlar için de plânlarımız vardı değil mi?

Ne çok soru işaretli bir yazı oldu. Sanma ki bu soruları esasında sana soruyorum. Bunlar benim sorularım, cevaplarını kendimden bekliyorum aslında. Ama biliyorum bunlar biraz da senin soruların. Kendine sormaya korktuğun, ertelediğin, kendini avutup ötelediğin soruların. Ama işin temelinde yapmamız gereken şey çok başka. Bütün bunları başarmamız için önce kendimize bunları sormamız, yani kendimize bir dönüp konuşmamız lazım. “Merhaba.” diyerek başlayabiliriz belki. “Ne zamandır ihmal ettim beni. Bağışla.” diyebiliriz ardından. Bir kere baktık mı gözlerimizin içine yeniden, arkası gelecektir çorap söküğü gibi zaten. Yıllardır aramadığın arkadaşına karşı duyduğun o mahcubiyet gibi bir şey olur başta, ama uzun sürmez. Sonuçta seni senden iyi bilen yok. Anlayacaktır, yormayacaktır, boşuna sitemlerle vakit kaybettirmeyecektir. Bir bakmışsın o kaybettiğin gülümseme aynada, sesin nasıl da neşe dolu. Kendini bulmuşsun. Kendin olmuşsun. O zaman başlayabiliriz yeniden. Haydi, vira!