İstanbul’a gittim geçenlerde.  Hani o meşhur tarihi şadırvanlı çeşmelerimiz var ya eski İstanbul resimlerindeki onlardan birinin oluğunda bir evsiz yatıyordu. Yorganını atmış kendine bir yatak yapmış.  İşlemeli mermerlerinde de kırmızı sprey boyayla “Sevdim be gülüm!” yazıyordu.

Eminönü’de o alt geçidi geçmem 20 dakika sürdü. Epi topu 20 metre yoktur. İnsandan nefes alacak yer yoktu. Çarşıya girmeyi aklımdan bile geçirmedim.

Galata Köprüsü’nden geçelim dedik şöyle denize bakarak, bir cebimizi bir çantamızı yoklamaktan, insanların bakışlarından, üstümüze gelmelerinden kaçmaktan balık kokusundan başka şey olmadı denizi anımsatan.

Kadıköy’de yine aynı koşturmacanın içinden sıyrılmaya çalışırken bir nostaljik vapur kalktı iskeleden. Martılar da peşinden tabii.  Beyaz köpükler bir sularda bir gökyüzündeki martıların ak kanatlarında köpürüyor adeta. Başımı tesadüf çevirmişim nasıl olduysa, görür görmez yerimde kalakaldım. Oturdum kıyıya, çantamı önüme çevirerek tabii… “İzleyeceğim artık.” dedim. “Yeter artık, durup izleyeceğim, koşmayacağım.” Durdum ve izledim. O çapkın Orhan Veli’nin Eleni’yi bindirip açıldığı kayıkları düşledim, Yahya Kemal’in şehre baktığı tepeyi hayal ettim, Tevfik Fikret’in “âşiyan”ını aradı gözlerim. Onların gözleriyle baktım bu şehre. Ne sucuların çıngırakları duyuluyor Orhancığım, ne de bir kadının suya değiyor ayakları. Ama yine de hani vardır ya belâlı bir âşık gibi… Ne vazgeçebilir insan ne affedebilir. Öyle de severim İstanbul seni.

Beşiktaş’a yürüdük sonra Karaköy’den. Denizin kenarlarına bir şeyler inşa ediliyor. Bir de afiş kocaman denizi kapatan “Şehir senin, deniz senin…” diye. Kendi ironisini kendi içinde barındıran…

Korna sesinden, donuk bakışlardan, yabancılaşmış ve bu kalabalık şehirde inadına yalnızlaşmış yüzlerden başka bir şey kalmadı aklımda. Bir günlüğüne gelmiştim bir an daha durmak istemedim. Taksim’e de uzanmadım hiç, anılardaki gibi kalsın diye. Bu aralar öğrendiğim en değerli ders bu sanırım; anıları tazelememek gerek, daha canlı ve güzeller belleğimizde.

Dönerken içim buruk, kalbim sızı içindeydi. Sanırım Tanrı İstanbul’a bir ceza vermek istemiş ve bizim elimize geçmiş. Sultan Mehmet şehre girip de herkesin yanlış bildiği gibi ilk önce Ayasofya’da namaz kılmadan daha önce şimdiki Çemberli Taş’ın üstünde o zamanlar dikili olan Konstantin heykelinin önüne gelip Rumca “Bu güzel şehri sizden emanet olarak alıp bizler de en güzel şekilde koruyup geliştireceğiz.” minvalinde bir konuşma yapmış, ama bizler sadece İstanbul’a değil onun verdiği söze de ihanet etmişiz. 

İznik’e gitmiştim daha önce de. Orada da yıllardır toprak altında duran çini ocaklarını yeni yeni kazdıklarını gördüm. Bir Ayasofya da orada var kiliseden camiye çevrilmiş. Hatta Hristiyanlığın doğduğu zamanlardan kalma ve hacılık için ziyaret edilen yedi kiliseden biri. Tavanı yanmış, duvarlarındaki freskler silinmeye yüz tutmuş. Ama antik tiyatroda gladyatörlerin kemikleri sanki beş yıl önce gömülmüş gibi. Sütun başlarındaki işlemeli oymalı taşların tozu sanki üflenmemiş. Çünkü daha düne kadar toprak altındaymış. Üstünde kalan surlar var mesela ama onların da üstüne sprey boyayla yazılar yazılmış. Yıkılan yerleri ateş briketleriyle “restore” edilmiş.

Velhasıl, toprak tarihi bizden daha iyi korumuş, kollamış ve bizim talanımızdan saklamış. “Tarih yatıyor!” deriz ya hep, bıraksaymışız da keşke yatmaya devam etseymiş yer altında. Elimizin değdiği her yeri vebalı gibi mahvetmiş, yok etmişiz. Toprak ana her zaman olduğu gibi bizden daha merhametli davranmış. Bir solucan kadar hak etmiyoruz bu güzellikleri. Tarih, devrini doldurduğunu düşünüp kendini öldürmek istemiş olacak ki toprağın altından başını uzatmış. Bize yerini belli etmiş. Şimdi sobeledik işte seni. Bu da son oyunun olacak sanırım yaşlı dünyamızdaki.