İlk arkadaşımın adı “Alfred Müller". Evet, yanlış duymadınız. İkinci ciltte biri daha katıldı aramıza; Friedrich Schiller.

On üç yaşındaydım. O, çok kar yağdığı ilk sene tanıştım onlarla. Hacca giden dedemlerin koyunlarına bakmak için ailecek onların köyüne taşınmıştık bir süreliğine. Ve kar yağdı, yollar kapandı, elektrikler kesildi, ara tatil bir ay oldu. Dönem başladığında hâlâ karın hükmü sürüyordu.

İşte o karın karanlığında gaz lâmbasının ışığında başladım hayatımın ilk romanını okumaya. Okuldaki kütüphaneden almıştım Bir Çalgıcının Seyahati'ni. Sonraları okulda bir sınıfa daha ihtiyaç duyuldu ve kütüphane sınıfa çevrildi. Kitaplar da toplanıp kazan dairesine istiflendi. Yakılan oldu mu bilemem. Kütüphanesi bile kalmayan Kütüphanecilik kolu öğretmeninden izin alıp girdim kazan dairesine ve yüzlerce kitap arasından arayıp buldum ikinci cildini.

Dedemlerin köyü ilçeye uzaktı. Taşlı ve virajlı yollarda sarsıla sarsıla giden ve sarsıldıkça sacı eğrilip bükülen bir minibüsle gidiyorduk okula. İşte kırk dakikayı bulan o yolculuğumda da yol arkadaşımdı Alfred. Belki de ben de onun yol arkadaşıydım. Kafamın içindeki dünyada atla giderken düşen ve hafızasını kaybeden, trene para vermemek için tren yolunu takip ederken köprü üzerinde bir trenle burun buruna gelip kendini dereye atan, rafadan yumurtayı kırayım derken tüm masayı sarıya boyayıp beyefendilere rezil olan, haylaz bir o kadar da cesur ve zeki köylü çocuğuyla o yolu tepiyordum ben de.

Aradan bir yıl geçti ve mezun olurken müdürümüz bana ikinci romanımı hediye etti; Sözde Kızlar. Peyami Safa'nın o karanlık ve sancılı ruhunun derinliklerini gördüm bu kitapta da. Bitimine doğru her sayfayı dehşet ve çöküntü içinde çevirmiştim.

Sonra lise... Beni bu yeni ve büyük okulda öğretmenlere ilk fark ettiren şey yine bir kitap oldu; Martı Jonathan Livingston. Yatılı okuyordum. Edebiyat öğretmenimiz bu kitabı alıp okumamızı istedi. O ay elimde kalan para altı milyonluk kitabı almama yetmiyordu. Ama ben alan arkadaşlardan ara ara okuyordum. Derslerde de analizini yapıyorduk. Bir gün söz alıp bir sayfanın yorumunu yaptım ve öğretmen bana adımı sordu. Her an yanlış bir şey yaptığını düşünen köylü çocuklarına has bir utançla adımı söyledim. Ve beni alkışladı. Kitabı alıp almadığımı sordu, alamamıştım ve bu sefer daha büyük mahcubiyetle “Yok, ama babam para yollayınca...” diye izaha girişmiştim ki “Sana kitabı ben hediye alacağım.” dedi. Ve aldı da.

100 Temel Eser de o yıllarda girdi hayatımıza. Verilen her ödevi ciddiye alan son nesildik sanırım, tüm kitapları okumaya başladım. Ve benim biricik aşkım Kuyucaklı Yusuf'la tanıştım. Gözyaşlarımla bu kitabın kapağını kapatırken beynimde bir şeyler yer değiştirmişti. Sanki bir rüyadan uyanıyor gibiydim. Ve mümkünse ömrümce bu rüyaları görme isteğindeydim. Yaban, Sinekli Bakkal, Fatih-Harbiye... O yıllarda okuduğum her kitap beni başka bir âleme götürdü. Ve ben o âlemlerin içinde yaşamaktan çok mutluydum. Sonra ilk hikâyemi yazdım. İstedim ki âlemlerden bir âlem de ben yaratayım, bir rüya da ben gördüreyim. Başardım. Bir de yarışmada ödül aldım.

Kitap, benim en yakın arkadaşım. Öyle beylik lâflardan olsun diye söylemiyorum. Ben kitaplarda bulduğum dünyayı başka hiçbir yerde bulamadım. O anlarda duyduğum hazzı başka hiçbir şeyde tatmadım. Şu an bu yazdığım kelimeler kim bilir hangi akıl hocamın cümlelerini fakir bir kopyası...

Kitabın size açtığı kapılar, Kaf Dağı'nın ardındaki periler ülkesine ait. Kitabın size yaşattığı duygular, çölde gerçek aşkı bulan Mecnûn'unkine eşit.

Okuyun. Başka türlü güzelleşmez dünya. Size anlatacağı bir şey var bir takvim yaprağının da mutlaka…