Kuşlara, böceklere, çiçeklere ve en çok da ağaçlara inanıyorum. İnsanlara değil.

Kuşların, böceklerin, –özellikle de böceklerin- çiçeklerin ve ağaçların adaletine güveniyorum. İnsanın değil.

Kuşların –özellikle de kuşların- ve diğerlerinin merhametine güveniyorum. İnsanın merhametini göremiyorum.

Kuşlar derken en çok da ağaçların samimiyetine inanıyorum. İnsanda samimiyet aramıyorum.

Bu kuş, çiçek, böcek ve ağaç romantizmine devam ediyorum, evet. İnsanın gerçekliğinden kaçıyorum. Çünkü insan bir karıncanın yuvasını tıkayacak kadar, kaldırım taşlarının arasından çıkan otları kesecek kadar, dükkânının önünü kapatan ağaçların dallarını budayacak kadar acımasız. Çünkü insan o otlarla örtünüp giyindiğini, o karıncaların ateşine sular taşıdığını, o ağacın gölgesinde soluklandığını unutacak kadar aciz.

Çünkü insan hayatını bir binaya, dükkâna ve kaldırım taşlarına satacak kadar çaresiz.

Yüzlerce ağaç yanıyor yine her gün. Eyvallah sıcak, eyvallah yaz. Ama tek günah da güneşin değil ya… Evimin karşısından yanan ormanları seyrettim 15 yaşındayken.

Öğrendik ki iki köpeği benzin döküp tutuşturmuşlar, ormanın birer ucundan salmışlar.

İki köpeği yakmışlar, ormana salmışlar.

Bir kere daha yazıyorum; iki köpeği yakmışlar, ormana salmışlar.

Tek bir yeri tutuştururlarsa anlaşılırmış çünkü. Tek köpek salarlarsa söndürülürmüş. Birkaç yerden yakınca, köpek de can havliyle ateşler içinde koşunca… Gerisini lanet kafamız hayal etti zaten.

İnsanın adaletine, merhametine ve samimiyetine inanmamam bundan. Peki ya biz amacımıza ulaştığımızda ne olacak? Bütün bu yeryüzünde insandan ve betondan başka bir şey kalmadığında neyi başarmış olacağız?

Söyleyeyim, bize verilen bir görevi: yok etmek…

İnsanoğlu var edemediği her şeyi yok etmeyi görev edinmiş karanlık tarafına. Eliyle güzelleştiremediği her şeyi mahvetmeyi kâr saymış. Becerip de üretemediğini tüketip öldürmeyi amaç bilmiş.

Binalara düşman olduğum sanılmasın. Öyle bir tiyatro inşa etmiş ki Yunanlılar hani oyunu mu seyretsem manzarayı mı derken insanın aklı oynar. Taşları kıvrım kıvrım, oya oya öyle bir işlemiş ki Selçuklular her kıvrımda yeni bir soluk var. Kitabeleri satır satır öyle döşemiş ki Sümerliler okumasan da aklın anlar. Sonra hepsini birden kentsel dönüştürmüşüz ki dağ taş ağlar. Yetmemiş bombalamışız. Olmadı üstüne basıp çiğnemişiz. Hatta hadsizce adımızı kazımışız. Çünkü beceriksiziz. Çünkü yeteneksiziz. Çünkü yapamadığımızın hıncını yapanlardan alacak kadar cahiliz.

Bu karanlık bizleri içine aldığında bir kuş sesi, bir böcek tıkırtısı, bir çiçek kokusu ve ağaç serinliği hasretiyle yok olup gideceğiz.

Bilmediğimiz şey şu; elimizde tuttuğumuz her şeyi çiğneyen bu dişliler ruhumuzu da mengenelerde sıkıştırıp içimizdeki son can suyunu akıtmadan, kemiklerimizi öğütüp ölü tozuna çevirmeden bizi de bırakmayacak. Her şey yok olduğunda biz de içimizin cehennemlerine yol alacağız. Ve o zaman ne ardımızda bizi iyi anacak bir şey kalacak ne de karıncalar bu kez yangınımıza su taşıyacak.