1960‘lı yıllarda, halk yine ikiye bölünmüştü. Bir tarafın sevdikleri sehpada, diğer tarafın sevdikleri silah zoruyla iktidarda.

Televizyon yoktu.  Binlerce radyo yoktu.

Tek kaynak Devlet radyosu dinleniyor; sabahları mahalli, öğleden sonra da İstanbul gazeteleri okunuyordu.

Sabah evden çıkıp, gazeteye doğru yürürken, size herkes selâm verir, yüzünüze gülümser, “Günaydın“ derdi. Bazısı da, başını çevirirdi, anlardınız ki, O CHP‘lidir ve size kızgındır.

Yazınız önce yazı işleri müdürü tarafından okunur, sonra mürettiphaneye giderdi. Dizgi makinesinin başında Kürt Ali veya Cafer Usta otururdu.

Onlar, Türkçeyi bugünkü köşe yazarlarından, TV spikerlerinden daha iyi bilir, yazıyı yazarken daktilo ve imlâ hatalarını düzeltirlerdi..

Yazının çilesi bitmezdi; çünkü yazı işleri müdüründen sonra, gözlüğünü burnunun ucuna doğru indirmiş “musahhih“ denilen adamın önüne giderdi..

Aman Allah’ım! Adam sizin yazarlık gururunuzu yerle bir eder, yanlışlarınız kırmızı kalemle işaretleyip, “Bunları düzeltiniz“ diye masanıza gönderir, sizin suratınızı  mahcubiyetten kıpkırmızı yapardı.

Ama okuyucu değilse bile, en az üç kişi beni okumuş diye sevinirdiniz.

Ertesi gün yazınıza ve size cevaplar “Yeni Ant“ da neşredilirse, muhaliflerinizin de sizi okuduğunu anlar, mutlu olurdunuz.

Şimdi, yazdıklarınızı yazı işleri müdürleri bile okumuyor.

Böyle karamsarlığa kapıldığınız anda, bir telefon gelir, “ Yahu, memleketin ,istikbali bahis konusu, Allah aşkına, şu CHP ‘ye vurma, insanları etkiliyorsun..” demez mi karşınızda kıramayacağınız insanın sesi.

“ Yapma, kim okur kim dinler, varak- ı mihr ü vefadan gayrı”  derseniz, karşı taraf ısrar eder, “ Bir de internette yayınlıyorsun“ diye sitemini devam ettirir.

Yüzünüze bir mutluluk çöker, kendinizi mühimsersiniz.

İnanın, sabah tıraş olurken ayna bile size gülümser.

Bilgisayar’ın başına oturursunuz, klavyenin avucu size öpücükler gönderir.

O sırada, televizyondan bir şarkının kulağınızdan gönlünüze süzülen  “ Yüz kere, bin kere sevebilirim “  sözleri, size “Madem, siyaset yazmamı  istemiyorlar, bari aşkı anlatayım bu gençlere “ dedirir .

Yaşınızı unutur, gençlik günlerine dönersiniz.

Kendinize göre aşka dair bir şeyler döşenir, hem gazeteye gönderir, hem de facebook’ta paylaşırsınız..

Akşam mutlu yastığa koyarsınız, renkli rüyalara dalarsınız..

Bir mesaj sesi düşer, tam gece yarısı, merak eder bakarsınız..

“Siz aşkı yazmasanız..
Kalbimizi dağlamasanız..

Yok öyle bir şey yok..
İnsanlar sevmeyi unuttu..

İnsanlar sevilmeye hasret “ demiş bir bağrı yanık..

Nerden bilsin ki, ben onların değil, bizim aşkımızı yazıyorum..

Nerden bilsin ki ,ben “Tarihe karışmış eski sevdalar”dan bahsediyorum .

Nerden bilsin ki, Atilla İlhan, “Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular “ derken, aşktan değil, aşkın ölümünden bahsediyordu.[1]

Kimi “ siyaset yazma “,  kimi “ Aşkı anlatma “diyor.

Anlıyorum ki yazı işleri müdürü de, düzeltmen de okumasa,  okuyan birkaç kişi var.

[1] Dostluk ve vefa sayfasını okuyan da yok, dinleyen de..