Tatili sevmişimdir hep.
Benim için tatil, daha çok deniz kıyısından ve de Ege’den ibarettir. 
İstediğin saatte kalkarsın…
Eşinle veya ailenle birlikte en sakin halinle kahvaltını yaparsın.
İster televizyon izler, ister gider yüzersin, istersen gider tekrar yatarsın.
Eşini, çocuklarını ikna edebilirsen eğer, gider bir yerlerde oturur, kahve içer; gerekli, gereksiz konular üzerinde sohbet edersiniz.
Kısacası; Gönlünden geçeni yapabilirsin.
Üzerinde rahat giysilerle, yıllardır gitmediğin yerlere gidersin örneğin.

Çekinmeden hoplar zıplar, bol bol kahkahalar atarsın.
İnsanların arasına karışır, tanımadığın insanlarla selamlaşır, gülümsersin. Espriler yapabilirsin.
“Telefon çalacak, canımı sıkacak” kaygısından uzak, kendi halinde geçirirsin günü.
Böylece “Fabrika ayarlarına”, yani fıtratına, yaratılışına dönersin.
Bu birkaç günde, doğal, katıksız, rolsüz, üzerine sıçramış formalitelerin tozlarını temizlemiş olarak yaşarsın.

Ya da bütün bunların yanında daha iyi bir iş yaparsın.
Örneğin (kitaplar yardımıyla) Amerika’yı, Hindistan’ı veya Çin’i keşfetmeye karar verir, yeni bir dünyanın eşiğinden adımını atabilirsin.
Asıl o vakit, içinde sürüklendiğin hayatın anlamıyla tanışabilirsin.

Özetle; Tatil, rüya gibidir.

Dolayısıyla ister gerçekten ister uyurken dahi tatil yapabilirsin.

Ne mi gerekli?

Arınmak!

Bunun için de beyin gücünü kullanman yeterli.

Ya da tüm bunların içinde ama bunlardan çok daha anlamlı bir eylem yaparsın.
Uzak bile olsalar, atlar gidersin anne-babanın, atalarının yaşadığı yerlere.
Onların, seni her zaman kucaklamaya hazır “manevi” iklimine dalarsın.

Bir an bile yanlarından ayrılmadan, başka hiçbir şeyle meşgul olmadan, girersin onların dünyalarına, zihnin berraklaşır, huzur bulursun.

O zaman herkese, kendi bildiğince ve de gönlünce iyi tatiller.