Bilindiği üzere sinemamız üretim anlamında son birkaç yıldır altın çağını yaşıyor. Dijital imkanlar film yapmayı bir hayli kolaylaştırdı. Artık her isteyen rahatlıkla hiç zorlanmadan küçücük bütçelerle film çekebilir. Bu, ben ve benim gibi hayalini gerçekleştirmek isteyen birçok yeni sinemacı adayı için çok güzel bir olanak. Ancak madalyonun bir de öteki yüzü var.  

   Eskiden filmi yapmak zor, sunumu yani vizyona sokup pazarlaması bir parça daha basitti. Şimdi ise tam tersi; film yapmak çok kolay ama pazarlaması çok zor.

Her hafta en az dört beş film vizyona giriyor ama vizyona giren filmlerin sadece bir veya iki tanesi bir sonraki haftaya gösterimde kalabiliyor. Kalite maalesef ters orantılı olarak ha bire aşağı düşüyor.

Örnek mi; Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele” isimli filmi 2000 yılında vizyona girmiş ve kesintisiz olarak sekiz hafta tek başına şampiyon olarak yerini korumuş. Aynı yönetmenin geçtiğimiz ay sonu vizyona soktuğu “Ekşi Elmalar” isimli filmi ise henüz ikinci haftası sonunda birçok salondan kalkmış.

Burada Erdoğan kalitesiz bir iş mi çıkarmıştır? Tabi ki hayır, filmin vizyona girdiği hafta ve takip eden haftalarda birbiri ardına pek çok film vizyona girdi, bunlardan birkaçı dişli rakip diyebileceğimiz filmlerdi. Üzerine  bir de  yüksek kültürlü! Sinema seyircisi profili de eklenince yandı gülüm keten helva…    

 Gerçi ülkemizin en prestijli festivali olan Altın Portakal’da bile yaşanan skandalları, yapılan haksızlıkları ve özellikle “Sinemamızda darbeler” temalı özel gösterim programına alıp sonradan biz vazgeçtik deyip, bu konudaki gelmiş geçmiş en iyi film olan “ Gülün bittiği yer” filminin yönetmeni değerli ağabeyim İsmail Güneş’e yapılan büyük ayıbı görünce bu yaşananların çok da yersiz olmadığını anlıyorum.

 Bu işin üst kurulları böyle ise en alttaki izleyiciden ne beklersin? Şimdi bu ortamda İsmail ağabey nasıl vizyona soksun yeni filmi “Kervan 1915” i ?  Yani kısacası ne ekersen onu biçersin, bu şartlarda çok da kaliteli seyirci beklemek biraz yersiz olur.

   Bugün gibi hatırlarım, 1985 yılı Mayıs ayı,  o zamanlar Anadolu liseleri sınavla öğrenci alırdı, biz de sınava hazırlandık ve sınavdan bir gün önce yani Cuma günü öğretmenlerimizin de uyarısıyla çalışmayı bıraktık. Bursa’mızın gözbebeği Tayyare sinemasına gittik. Bir Kemal Sunal filmi olan Şaban Pabucuyarım oynuyor, yanında da Orhan Gencebay’ın Leyla ile Mecnun filmi; mesai günü olmasına rağmen sinema tıklım tıklım dolu, koskoca sinemada üçüncü kattan zor yer bulduk. Aradan otuz bir koca yıl geçti.

Şimdi ise o sinemanın bir seansta yaptığı gişeyi bugün şehrin göbeğindeki AVM içinde bulunan zincir sinemalar maalesef bir haftada anca yapabiliyor. O da bazı haftalarda. Şimdi siz düşünün;  neredeyse her akşam izlediğimiz Kemal Sunal filmleri mi,  yoksa bugün üç günde çekilip beş günde kurgulanan komedi filmleri mi?

   Tabi ki çok film yapılsın, her türlü emeğe saygımız sonsuz ama birazcık da kalite için uğraşalım. Biz izleyelim arkadan daha iyileri gelsin, hem seyircimiz hem de üst akıllarımız bilinçlensin…