2018’i uğurlamadan önce size dünyanın kabul ettiği bir tenor olmasına rağmen Türkiye’de çok tanınmayan ”Türkiye’nin Elmas Çocuğu”ndan, yani Ersin Faikzade’den bahsedeceğim.

Ersin Faikzade ile Bursa İpek Lions Kulübü Başkanı Nazan Bozan sayesinde tanıştık. Nazan Bozan ve de İpek Lions hakkında daha söyleyebileceğim çok şey var ama bugün gündemimizde Ersin Faikzade var. Ersin Faikzade’yi tek kelimeyle tanımlamak gerçekten çok zor. Katıldığı projelerden verdiği konserlere, aldığı nişanlara, unvanlara kadar çok donanımlı ve birçok hikaye’ye sahip bir kişi. Kendisi ile Bursa’mızın tarih kokan Yeşil’inde, Yeşil Cafe’de çok dostane bir röportaj yaptık. Kendisine ve o gün tanışmamıza vesilen olan Nazan Bozan Hanımefendi’ye beni çok sıcak karşıladıkları için ayrıca teşekkür ederim.

Lafı fazla uzatmadan röportaja geçelim 

 Dünyanın kabul ettiği bir tenor olmanıza rağmen Türkiye’de çok tanınmıyorsunuz nedense! ‘Dünya Barış Elçisi’, ‘Türkiye’nin Elmas Çocuğu’ gibi ünvanlara sahipken… Ersin Faikzade, öncelikle Bursa’ya hoş geldiniz…   

Hoş bulduk, çok teşekkürler. Bursa’dayım yeniden ve bundan dolayı da çok mutluyum. Çünkü Bursa’yı olduğu kadar, Bursalıları da çok seviyorum.

‘Bursa’dayım yeniden’ dediniz. Bursa’ya kaçıncı gelişiniz?

Bursa’ya sanırım 5. ya da 6. ama konser vermek için üçüncü gelişim. İlk iki konserimiz Merinos Atatürk Kültür Merkezi’nde çok büyük bir kitleye hitap eden konserlerdi. O zaman Alzeimer Konuk Evi yapımı için gelmiştim. Ve şimdi de yine ulvi bir amaç için Bursa’ya geldim ve dün gece yine Alzeimer hastalarının yararı adına güzel bir konser vermenin hem tadını hem de huzurunu yaşadım… Kadirşinas sanatsever Bursa halkını çok severim ben, ve dün olduğu gibi bugün de çok büyük bir coşku yaşattılar bana yeniden…

Yaptıklarınıza kıyasla oldukça genç denebilecek bir yaştasınız henüz. Ve de hikayeniz halen devam ediyor. Ancak tüm bunlara geçmeden önce kısaca sizi sizden tanısak?

Selanik göçmeni bir anne ve İran asıllı bir babanın oğlu olarak 1982 yılında İzmir’de dünyaya geldim ve birbirine olağanüstü büyük bir aşkla bağlı olan bir anne ve babamın oğlu olmanın büyük şansını ve mutluluğunu yaşadım. Müziğe çok küçük yaşlarda ilgi duymaya başladım. Avni Anıl’la tanışmamızdan sonra müziğe eğitim alarak devam ettim. Mütevazi olmayacağım artık… Her ne kadar Türkiye halen Ersin Faikzade’nin farkında değilse de, şükürler olsun ki bugün Türkiye’nin sayılı tenorları arasına girmeyi başarmış bir yeteneğim. Kısacası; Dünyanın çok sayıda ülkesinde tanınan ve de sevilen bir Türk olmama rağmen ne yazık ki o ülkeler arasında Türkiye yok.

Dünya’da ‘Türkiye’nin Elmas Çocuğu’ olarak biliniyorsunuz ancak Türkiye’de yeteri kadar tanınmıyorsunuz. Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?

Bu soruya çok samimice bir cevap vermek istiyorum ben. Gerçek şu ki bu konu artık beni üzüyor… Hem de gerçekten üzüyor. Neden üzdüğünü de söyleyeyim. Örneğin Pakistan’a gittiğimde, havalimanında Kültür Bakanı beni karşılıyor, yabancı delegasyondan bir seferinde ‘Türk’lerin Elması’ geliyor haberini alınca Tunus Başbakanı Hamadi bizzat kendisi beni karşılamıştı, Arjantin’e gittiğimde aynı şekilde, geçen sene Londra’da çok büyük bir konser verip Türk’lerin elması olarak sahneye davet edilip belediye başkanı tarafından ödül aldım… Ve tüm bunlar internette hem fotoğraf hem de video olarak yayınlandı ve binlerce insana ulaştı. Buna rağmen ve halen 75-80 milyonluk Türkiye’de 1 milyon insan bile beni tanımıyorsa, tüm dünyada ‘Türkiye’nin Elmas Çocuğu’ olarak tanınmak sizi mutlu eder mi bilmiyorum… Şahsen ben mutlu olamıyorum… Örneğin şu an Yeşil Cafe’de oturuyoruz. Bir sürü insan var ancak bir tanesi bile beni tanımıyor. Gerçekten çok üzücü… Garsona latifeyle ‘Beni tanıyor musunuz’ diye sordum… Dikkatlice baktıktan sonra ‘Dizilerde mi oynuyorsunuz yoksa, sanki bir yerden ısırıyor gözüm sizi’ dedi…

BU LAKABI KENDİM VERMEDİM

Hazır Bursa’dayken şunu belirtmek isterim… Nasıl ki Zeki Müren ‘Paşa’ lakabını kendisine kendisi vermediyse, bana da ‘Türkiye’nin Elmas Çocuğu’ lakabını ben vermedim.

Hayatınızdaki zorluklar ve mücadeleniz sanki küçük yaşlarda başlamış. İlköğretim ve lise yıllarında Türkiye’deymişsiniz. O zamanda şimdiki gibi idealist miydiniz ya da düşünceleriniz nelerdi?

Aslan burcuyum bir kere ben. Mükemmeli, insanları, doğayı, taşı toprağı, güzel ve samimi olan her şeyi seven ancak haksızlığa gelemeyen… Küçük yaşlarda da idealist miydiniz? diye sordunuz. Kendimi bildim bileli idealistim. Çünkü 5 yaşımdayken MS (Multiple Sclerosis) hastalığına yakalanmıştı annem. Başta gözlerini kaybetti, kendimi hatırladığımda, ilkokula gittiğimde hiç yürüyemeyen, nazogastritle mideden beslenen ve bacakları kesilmiş bir annem vardı artık benim. Yani gerçekten bir kader çıkmazı mı, şansızlık mı, kadersizlik mi bilemiyorum… Ama ne annem ne de babam, her ikisi de hiçbir zaman isyan etmediler ve gözlerimin önünde büyük bir aşk hikayesine imza attılar. İşte böyle bir ortamda büyüdüm ben. O halindeki annem Allah’a her gün dua ederdi ve “İki tane pırlanta gibi çocuğum var benim” derdi. Babam da anneme (ablam var benim); “Böyle güzel evlatları bana verdiğin için seni sonsuza dek hep sevgiyle saracağım” cevabını verirdi.

Aslında hayatımın dönüm noktası bu oldu.

Çünkü acısıyla yaşamaya devam eden anneme en büyük desteği veren babam olmuştu. Annemin Allah’ın ona verdiği kutsal emanet olduğuna inanıyordu babam ve de bu fani dünyadan göçene kadar kimsenin ona kendisi dışında dokunmasına dahi izin vermedi ve da annemin tüm hizmetlerini bakıcısı olmasına rağmen kendisi yaptı. Babamın anneme olan aşkı ve özverisi beni de başta anneme (babamdan sonra annemin bakımını ben üstlendim) sonra da insanlara yöneltti. İçe kapanıktım. Birden açıldım ve bütün insanlara yardım etme isteğiyle yeniden doğdum. Henüz küçük yaştayken nasıl projeler yapabilirim diye düşünmeye başladım ve derneklere katıldım. Hayata akışım işte böyle başladı…

Dünya’nın sizi tanıması nasıl oldu?

İngiltere’de okuduğum ve de zaten dünya genelinde çok konserler verdiğim için artık oldukça tanınan ve de çok güçlü bağlantılara sahip biriydim. Ancak asıl dünyada tanınmam İran’ın en önemli sanatçılarından biri olan Sattar’la yaptığım düetle başladı. İran Şahı’nın 3. Eşi Farah Diba ile, Londra’da bir törende karşılaşmıştık… Ben orada farsça bir ezgi okuyunca da bu Farah Diba’nın çok hoşuna gitti ve bir anda beni oranın İbrahim Tatlıses’i, Zeki Müren’i diyebileceğimiz en büyük sanatçısı olan Sattar’la tanıştırdı. Akabinde birlikte güzel bir düet yaptık. Amerika’da sahnede beni görenler “Allah Allah, pırlanta gibi bir sesi var, çok değişik bir tenor bu” dediler ve beni kendileri sponsor olarak Sicilia’ya gönderdiler. Böylece İtalya’nın Sicilia adasında dramatik tenör eğitimi aldım ve dünya dillerinde şarkılar söylemeye başladım.

HEP HAYIR İÇİN KONSER VERDİM

Ve bu konserleri hep hayır yararına yaptım ben. ”Kaç para ücret alıyorsunuz” dediklerinde “Ben annem gibi hastalara, vakıflara, hastanelere bunları bağışlamak istiyorum” dedim. 10 sene dünyanın pek çok yerinde hep böyle konserler verdim. Ve bir gün Kanadalı bir televizyon yapımcısı konser verdiğim esnada sahnece çıktı ve “O Türk’lerin Elmas Çocuğu’dur” dedi. Bu söz bir anda Kanada’da haber oldu ve akabinde ışık hızıyla  röportaj talepleri gelmeye başladı. Amerika’nın bürokrasi bir dergisi röportaj yapmak istedi benimle. 2011 senesinde Washington’da bir dergiye kapak yaptılar beni. 

Amerika’da ”Türkiye’nin Elmas Çocuğu”, Pakistan’da ”Barışın Sesi”, İran’da ”Sevginin Sesi”, Türkiye’de ”İtalyanlara Allah Dedirten Tenor” diye tanınıyorsunuz. Her lakabın anlamını kısaca alabilir miyiz?

Ben bu yola bu unvanları ya da title’ları almak için çıkmadım. İnsanlara tamamen sevgim, hoşgörüm çerçevesinde kalbimden geldiği gibi davrandım. İnsanlar da bunu takdir ettiler. Eskiden Zeki Müren’e de Altın Çocuk denirmiş meğersem. Ben de bunu sonradan öğrendim.

İtalya’nın Palermo şehrinde 2009 yılının yılbaşı akşamında çok büyük bir konserde “Çile bülbülüm çile”yi defalarca okudum. Çünkü insanların reaksiyonu çok güzeldi ve bunu Türkçe opera olarak gördüler. Ertesi gün de gazeteler ”İtalyanlar’a Allah dedirten tenor” diye başlık attılar. Daha sonra benim (her ne kadar yeterli olmasa da) Türkiye’deki tanınırlığım bu şekilde ilerledi.

FARSÇA TÜRKÇE DÜET YAPTIK

Türkiye’nin Elmas Çocuğu’na geldiğimizde, az önce de bahsettiğim gibi, İran’ın en büyük ve efsane sesi Sattar ile beni İran Şahı’nın eşi İmparatoriçe Farah Diba Pehlevi tanıştırmıştı. Washington’da çıkan Diplomasi Dergisi bizimle ilgili bir röportaj yaptı. Bu röportajda hangi sanatçıyla çalışmak isterdiniz diye bir soru vardı. Ben de Zeki Müren ve Sattar dedim. Bu dergiyi okuyan Sattar’ın menajerleri dergiyi Sattar’a ulaştırıyorlar. Daha sonra Farah Diba’nın iletişim yeteneği sayesinde biz muhteşem bir Farsça Türkçe düet yaptık. O Diplomasi dergisi bir ay sonra yayınlandığında ”Türkiye’nin Elmas Çocuğu” diye bir başlık attı. Ondan sonra da bu başlık/title bütün dünyaya yayıldı. İran’ın en büyük sanatçısı Sattar ile yaptığımız düetten sonra tüm İran halkı bana ”Sevgi’nin Sesi” unvanını verdi…

Ersin Faikzade için şimdilik söyleyeceklerim bu kadar ama bu demek değildir ki her şeyi anlattım. Daha pek çok detay var… Onlarda bir başka buluşmamızda yine bu sütunlarda olacak inşallah...