Oysaki modern parlâmenter hayata ilk adımı 23 Aralık 1876 da atmıştık. 140 senelik bir parlâmento geleneğine sahip olmamıza rağmen, uzlaşmayı hiç öğrenemedik.  Samimi olarak hiç denemedik.

Gazi bile, en yakın arkadaşı Fethi Bey’e Serbest Fırkayı kurdurduktan sonra, İsmet Paşa’nın, tariz, teessür ve endişelerinin tesiri altında kalarak, Serbest Fırka’nın kapatılmasını istemişti.

Oysaki, Cumhuriyet Halk Fırkası , “ Bu adamlar yeni bir şey söylüyor, haklı olabilirler mi? “ diyecek, karşı tarafa kulak verecek yerde, serbest fırka olayını, bir karşı devrimmiş gibi algılayıp, Gazi’ye de böyle algılattılar..

Bazıları, devrim kurallarını o kadar ileriye götürdüler ki, Gazi’nin cenaze namazının kılınmasını bile O’na çok gördüler.

Makbule hanım, tabuta sarılıp, “ Cenaze namazını kılınmadan bu tabutla benim de ölümü buradan çıkarırsınız” demesi üzerine, sonradan diyanet işleri başkanı olacak olan Şerafettin beyin imameti  ve onbir  kişinin iştirakiyle 19 Kasım sabahı  Dolmabahçe sarayının katafalkının önünde cenaze namazı kılındı.

Resim çektirilmemiş, bu dini merasimin, Cumhurbaşkanlığı kayıtlarına geçirilmemesi emredilmişti

Cenaze namazı kılınmayacak diyen “ İçişleri Bakanı Şükrü Kaya “ idi.

Bu tutum, uzun yıllar devam etti.

Ve,  asırlık geleneklere aykırı bu tutum, özellikle askeri bir disiplinle, ordu evlerinde, kamu kurumalarında kıyafetin şekline kadar genişletildi. Böylelikle mağduredildiklerini düşünenler, siyasette, eğitimde ve sosyal hayatta demokratik bir karşı devrim yaptılar.

Demokrasimizi birbirimizi anlayarak inşa etmesini bilmediğimiz için, İnsan haklarını tam ve eksiksiz yaşamanın temel şartı olan laik cumhuriyet, iki tarafın aşırı tarifleri ile ortada kalmış ve hayatımızdan çıkmak endişesini bize yaşatmıştır.

Dün, hâkim, avukat, memur yapmadığımız başörtülüler bugün,  hüküm kürsüsünde, TBMM Başkanlık Divanı’nda ve Bakanlar Kurulu’nda oturuyorlar.

Bu 20.  yüzyıldan, 21. yüzyıla geçiş süresini uzlaşarak aşsaydık, daha güzel olmaz mıydı?

O zaman bugünün başörtülüleri,intikamcı bir düşünceyle, toplumun diğer kesimin etek boylarıyla, masalarındaki rakılarıyla, aşklarıyla, hayata bakışlarıyla yargılamak hakkını kendilerinde bulamazlardı.

Şimdi yine, uzlaşamadığımız için, sancılı günlere doğru yürüyoruz.

Ne olurdu, düşüncelerimizi dayatmak için değil, anlatmak açıklamak için masaya otursaydık; ne olurdu,  isyankâr bir üslûpla kendimizi değil, kürsü masuniyetini kelepçelemek yerine; büyük bir uzlaşıyla mahrum kaldığımız insan haklarımızın kelepçelerini söküp atsaydık.

Sosyal, siyasi  ve toplumsal psikoloji  dengelerini  iyi kurduğumuz;  yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki  dengeleri  koruduğumuz zaman demokratik ve laik cumhuriyetten taviz vermeden siyasi hayatın devam edebileceğini  idrâk edebilseydik; olağanüstü şartlarda yaşadığımızı unutmayarak, İŞİD, PKK  ve FETÖ artıklarıyla üç cephede hayatları pahasına savaşan evlatlarımızı bir de, referandum sandıklarının başına dikmeseydik, ne olurdu sanki?