Bu gün sizlere iki hikâye anlatıp, yorumu sizlere bırakacağım.

İlk hikâyemiz, İran’da hüküm süren Gacar şahlarından Nasireddin Şah ile ilgili..

Şah Nasireddin, bir gün bir kaç yabancı ülkenin temsilcileri önünde; çevresine din, siyaset, ticaret ve ilim adamlarını toplar. Adamlarının kişiliklerini açıklamak için, bir parça kâğıt üzerine bir şeyler karalar ve bunu çiçek olarak adlandırır. Sonra sırayla çevresindekilerin fikirlerini sorar:

 

Birisi Şah’ın karaladığı bu kâğıdı eline alıp, dakikalarca hayran hayran bakar ve figürleri inceler. Sonra Hayatı boyu böyle güzel bir çiçek görmediğini” söyler.

 

İkincisi ise, parmaklarını kâğıdın üzerinde gezdirirken bu çiçeğin inceliğini, yumuşaklığını hissetmesini yansıtarak, “Doğada böyle çiçeğin benzeri olmadığını” dile getirir.

 

Üçüncüsü de kâğıdı koklar. Bu çiçeğin müthiş kokusundan “aklını kaybedip, yere düşmek” sahtekârlığıyla, “alçaklığının mükemmel olduğunu” gösterir.

Nasireddin Şah, yüzünü yabancılara dönüp: "İşte bunlar benim hükmettiğim milletin yöneticileridir" der..!

* * *

İkinci hikâyemiz de Sovyet Rusya’sından…

Stalin en sadist cinayetlerini planladığı çalışma odasına yakın dostlarını toplar sohbet eder.

Votka şişelerinin biri gidip, diğeri gelir. Kafalar iyice dumanlanmıştır.

Stalin kan çanağına dönmüş gözlerini, etrafında dalkavukluk yarışına girmiş adamlarına çevirerek sorar:

-“Ey benim saçlarını ihtilalde halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış dostlarım!.

Söyleyin bakalım. Halkın yönetime baş eğmesi ve kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı, nasıl davranmalıdır?”

 

Her dumanlı kafadan bir ses çıkar. Kimisi adaletten, haktan, hukuktan söz eder. Kimisi demokrasiden, kimisi sürgünden, kimisi de idam sehpasından, hapisten…

Kitlesel cinayetlerin dehası Stalin, adamlarının bu izahatlarını beğenmez. Bir kadeh daha votka çekerek şöyle der:

 

-“Yönetimi eline geçiren hükümdarın Tanrıdan pek farkı yoktur!..

Halkın, karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini durun da şu beyinsiz kafalarınıza çivi gibi çakayım...”

Hemen hizmetçileri çağırıp emreder:

-“Çabuk bana bir tavuk getirin.”

Aceleyle bir tavuk kapıp getirirler. Stalin, kafaları iyice dumanlanmış adamlarının gözleri önünde, canlı canlı tavuğun tüylerini yolmaya başlar. Bütün tüyleri yolunup cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverir.

-“Şimdi izleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk” der.

Zavallı tavuk bu azaptan kaçıp kurtulayım diye, aralık kapıdan dışarı canını atayım diyor, dışarısı soğuk tir tir titriyor... Masaların altına giriyor, köşeli masa ayakları canını yakıyor... Duvar diplerine koşuyor tüysüz kanatları yara bere içinde kalıyor... Şömineye yaklaşıyor, tüysüz derisi kavruluyor... Çaresiz, tüylerini yolan Stalin'in bacakları arasına sığınıp saklanıyor...

O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp, tüyleri kanatları yolunmuş tavuğun önüne atıyor. Yemlenen tavuk, Stalin nereye yönelse peşinden gidiyor. Bu durumu gören ve ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakıp, pos bıyıklarının atından gülerek şöyle diyor:

 

-“Gördünüz mü? Halk dediğiniz topluluk bu tavuk gibidir. Tüylerini yolup al ve serbest bırak. O zaman yönetmek kolay olur.”

 

Stalin'in sofra dostları hayretler içinde kalıp " Vay anasını birader… Adamdaki akıla bak…" diye başlarını sallarlar.

 

Hikâye bu, gerçekten olmuş mu, yoksa uydurulmuş mu? Bilmem. Ancak, "Stalin'in Tavuğu" diye bir tabir vardır. Bu tabire uyan nice halk, yöneticiler gözümüzün önünde. İnanmayanlar gözlerini iyice silip baksınlar.  Bakmak ayrı görmek ayrı,  bakıp gördükçe

Aklıma hep bu hikâyeler geliyor!!!