Büşra EKİM

B.E: Pek çok ortak dostluğun neticesinde sizi tanımış olmak ayrı bir güzel. Sevgili hocam kimdir Mahmut Toprak?

M.T: Çok teşekkür ederim. Bursa’dan yıllar sonra benden bahsedilmesi inanılmaz güzel bir duygu.
Mahmut Toprak; Sivas’ın Gürün ilçesine bağlı bir küçük  köyde dünyaya gelmiş, çocukluğunu köy hayatının en güzel anlarını yaşayarak geçirmiş, ancak ilkokuldan sonra aileden ayrılarak yatılı okulların ardından hayatına hep hasret kaldığı ailesinden uzak devam etmiş bir insandır. Bizim ilkokuldan sonra okuyabilmemiz için mutlaka başka şehre veya ilçeye gitmek gerekirdi. O zamanın şartlarında en güzeli yatılı okulların sınavını kazanıp gitmek en iyisiydi. Ya da bir akrabanın yanında başka bir memlekette okuyacaktık. Ben öğretmen lisesi sınavlarında başarılı bulunup 12 yaşında Sivas Pamukpınar Öğretmen Lisesine gittim.
Okulumuz eski köy enstitülerinden olduğu için müthiş bir araziye sahipti. Öğretmen okullarında okuyanlar tüm tarım işlerini, teknik işleri, hatta dikiş dikmeyi, örgü örmeyi bile bilmek zorundaydı. Bir köy okuluna gidecek öğreten o köyün hem aydın kişisi, hem teknik elemanı, hem veterineri, hem ziraatçisi olmalıydı. Bu nedenle okullar kapatılıp öğretmen liselerine dönüştüğünde bile o kültür devam etmekteydi. Bizim haftasonlarımız veya boş derslerimiz okula ait tarlada, çiftlikte veya diğer çalışma alanlarında geçerdi.

Takım elbise ve kravatla pancar çapaladığımız çok olmuştur.

Bu okullar bizlere o kadar çok şey kazandırdı ki; tüm eski öğretmen okulu veya lisesi mezunları mutlaka girdiği kurum veya toplumda fark edilirler. Daha çocuk yaşta sorumluluk almaya başlayan gençler, iş hayatında da yaptıkları işi en iyi yapmaya çalışırlar. Devletin çok önemli görevlerinde bizim okul mezunu arkadaşlarımıza çok rastlarız. Hepsi de köyde doğmuş, benzer şartlarda, yatılı öğretmen okulları olmasa okuyamayacak insanlar. Ama bu fırsatlar çok sayıda değerli insanın keşfedilmesine ve memlekete fayda sağlamasına yol açmıştır. Ülkemiz için en güzel eğitim örneklerinden olan Köy Enstitüleri maalesef siyasetin kirli çarklarında öğütüldü kayboldu. Ama onun izi uzun süre devam etmiş olacak ki, bizlere kadar hissedildi.
12 yaşında aileden ayrılmak anlatılması zor bir iç burukluğu, farklı heyecanlar ve yepyeni bir hayata adım atılması... Köyde yetişmiş bir çocuk olarak hayatımızın bir çok ilklerini oralarda yaşıyoruz. Tabldot yemekten tutun da hafta içi ve hafta sonu hamam saatlerindeki hallerimize kadar, haftada bir iple çektiğimiz sinema saatleri... Tabi bu sinemada basip bir dekolte vb. sahnesi bile sansürlenirdi.
Ve 12 eylül öncesi, o dönem yaşayanların bir daha asla olmasını istemedikleri bir siyasi çatışma ve kargaşa ile dağın başında bir okulda liseyi bitirdik.
Üniversite tercihlerimin  ilk sıralarında Bursa vardı elbette :) Hiç görmediğim ama çok merak ettiğim güzel bir şehir Bursa.

B.E: Doğup büyüdüğünüz çevreden bahseder misiniz bize hocam?

M.T: Ben Sivas’ın Gürün ilçesine bağlı Yazyurdu isimli küçük bir köyde dünyaya gelmişim. İlkokul başlayana kadar bu köyde büyüdüm. İlkokul çağı geldiğinde önce komşu köye, ardından bir yıl ilçeye sonra tekrar ilk okuduğum yere geldim. Hatta ilkokula başlama şeklim çok ilginç. Amcaoğlu ile herhalde evde haylazlık mı yaptık ne ise; annem çağırdı bizi, “hadi mektebe gidiyorsunuz” dedi. Biz çok korktuk, eskiden okullarda öğretmenlerin sıkı disiplini çocukları biraz çekimser yapardı. Anne lafı, aksi yapılamaz, amcaoğlum Recep ile oynayarak komşu köyün okuluna gittik, kapıdan içeri büyük heyecan ve korku ile bakarken bir gün önce çayırlıkta kavga ettiğimiz bir çocuk bizi gördü. “örtmeniiim, Yazyurtlular geldiiiii” diye bir çığlık attı. Geri dönmek de mümkün değil, uzun boylu bir öğretmen geldi çağırdı bizi. Bir masa takvimine kimin oğlu olduğumuzu adımızı soyadımız aldı ve bizi kalabalık bir sınıfa götürdü. Genç bir kadın öğretmene teslim etti.
       Annem bize bir tane ince defter iki tane kalem vermişti. Bununla ilk dersimize başladık. Ortak bir defter, bazen eski yazıları silip tekrar kullanırdık o sayfaları. Silgi olarak da çoğu öğrenci gibi ilaç şişelerinin lastik tıpasını kullanırdık.
       “Kız öğretmen” beni çok sevdi, sürekli överdi. 2. sınıfta ortaokula giden iki abimle beraber okumak üzere Gürün’e gittik. Elektriği olmayan taş bir bina kiralamışlardı. Ceviz ağaçlarının arasında güzel bir yerdi. Haftada veya iki haftada bir annem gelir bize yiyecek vs getirirdi. Şimdi düşünsene ortaokul 2. sınıf öğrencileri ve ilkokul 2. sınıf öğrencisi yanlarında büyükleri olmadan bir evde yaşayabilir, okula gidebilirmiydi? O zaman mümkünmüş demek ki...



B.E:  Resimle ilk tanışıklığınız nasıl oldu peki?

Göl Yazıevi'nin konuğu Serdar Uslu Göl Yazıevi'nin konuğu Serdar Uslu

M.T: Tüm çocuklar gibi bizde de bir şeyler çizme eğilimi varmış. Bazen çubuklarla toprağa, bazen ibrikle su doldurduğum yere şekiller çizmek pek keyifli olurdu. Hatırladığım sahnelerden birisi de evin yeni yapılan kavak doğrama kapılarına elime geçirdiğim kalemle asker vs resimleri çizdiğimdi. Ve hala hayret ederim; annem hiç kızmazdı benim o kapılara çizmeme.
         İlkokulda ben çok kitap okurdum, radyo dinlerdim. Radyo tiyatrolarını gözümde film gibi canlandırırdım. Sonra çizgi romanlarla tanıştım. “Teksas-Tommiks” denen ve büyüklerin  çok kızdığı bize yasak olan çizgi romanları okurduk. Klasik bir yöntemle ders kitaplarının arasına koyar okurken büyüklerimizden aferim bile alırdık :) Ne de olsa ders çalışıyoruz(!) ya...
         Sınıfta herkesin resim ödevlerini ben yapardım. Bu ortaokul ve lisede de devam etti. Çok yoğun olmamakla beraber de çizimler yapıyorum hala. En son masallar serisini çiziyorum. Aslında yllar sonra tekrar elime kalem fırça almış oldum. Masallar sayesinde tekrar bir şeyler yapmak iyi geliyor.

B.E: Annem, dedem ve teyzelerim resim konusunda çok iyidir. Ben ise hep özendim onlara. Sanki resim yeteneğim olmayınca da fotoğrafa yönelmişim gibi gelir hep bana. Sizin fotoğrafa ilginiz nasıl başladı?

M.T: Fotoğrafa ilgim biraz tesadüf sayılır. Ortaokul 1. sınıftayken yaz tatilinde Hatay Payas’a gittim ailemin yanına. Ağabeyim boş durma tatilde sana bir iş buldum dedi ve beni bir arkadaşının fotoğrafçı dükkanına götürdü. Dükkan sahibi de lisede okuyan bir gençti. İşler çok yoğun değildi ama ben öylece başlamış oldum. Sonra babam Franda’dan bana Kodak marka küçük bir kompakt makina getirdi. Magnezyum 4 kere kullanılabilen flaş takıyorduk tepesine. Tabi her flaş patlatmak film karesi gibi maliyet demekti. Ama benim ilgimi çekmeye yetti. Ardından her Türk gibi Zenit ile tanıştım.

Üniversiteye başladığım zamanlar ise ailemden ekstra harçlık asla isteyemediğim için benim gelir kaynağım olmuştu. Aynı zamanda fotoğraf çekme keyfim için sıfır maliyet demekti. Tüm Eğitim Fakültesinin fotoğraflarını ben ve bir başka bölümden bir arkadaş daha vardı, iki kişi yapardık. Zamanla sayı arttı ama benim gazeteciliğe ilk adım atmamı da fotoğraf merakım sağladı.
 

B.E: Bir de Bursa serüveniniz var değil mi?

M.T: Bursa'da olmak benim için müthiş bir duygu olmuştur her zaman. Özellikle tarihi mekanları benim için adeta terapi alanları idi. 1983 yılında Bursa'nın kendine özgü o müthiş kültürü her yerde hissediliyordu. Bursa’ya dışarıdan gelip yaşayanlar kısa zamanda o köklü kültür içinde eriyip adeta asimile oluyordu. Ama maalesef bugün baktığımızda nerdeyse yok olmaya başlayan, yok olmaya yüz tutmuş bir görüntü var.
Ben Bursa’ya üniversite okumak için geldim ama sonra kendimi orada yeniden doğmuş gibi hissetmeye başladım. Öğrenciliğim ve çalışma hayatına ilk başlayışım, hele de hayran olduğum tarihi eserlerden Ulucami’nin restorasyonunda bir süre  çalışmış olmam hayatımın en güzel zamanları diyebilirim.

 Yırtık bir gazete ilanından sonra gelen gazetecilik

B.E. Gazetecilik - Muhabirlik Geçmişinizden bahseder misiniz?


M.T : Ben öteden beri hep gazeteci olmayı da istemişimdir. Hatta üniversite sınavlarında Basın Yayın bölümlerini de tercih etmiştim. Kısmet olmadı ama içimdeki o isteği bir yırtık gazete ilanından sonra gerçekleştirdim. Bir yaz tatilinde İskenderun ve Payas'ın o sıcağına gitmemek için Bursa'da iş bulmam gerekiyordu ve Bursa Hakimiyet gazetesinde işe başladım. Ancak okul zamanı gelince benim gece çalışmam gerekiyordu ve magazin servisinde beni görevlendirdiler. Çok değerli gazetecilerle çalıştım. En başta  Erol Nural abi çok destek oldu. Şadan Ablamız vardı magazin müdürümüz, bana çok kızsa da çok severdim kendisini. Şu an basın camiasında olan bir çok arkadaşla o dönemlerde tanıştım. Ahmet Kundakçı ile aynı serviste çalıştık uzun süre. Çok sayıda anılarımız vardır, zaman zaman yad ederiz. Evlendikten 3 gün sonra Hürriyet gazetesine transfer olmuştum. Askerlikten sonra da Olay Gazetesi ve İhlas grubunda çalıştım. Bir ara haftalık gazete bile çıkardık bir kaç arkadaşla.
         Okulum bittiğinde ilk öğretmen olarak tayinim İstanbul’ a çıkmıştı. Gitmedim tabi, gazeteciliğin sihrine kapıldım o zamanlar sanırım. Daha sonra oğlum dünyaya geldiğinde baktım ki çocuğuma zaman ayırmam pek mümkün olmayacak, özüme, öğretmenlik mesleğime dönmem gerektiğini düşündüm ve Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde öğretmenliğe başladım. Macera dolu yıllardı oradaki öğretmenlik görevim.
Önce Bilecik Söğüt’e geldik, daha sonra da Anadolu Güzel Sanatlar Liselerinin sınavlarında eşimle beraber başarılı olunca iki kişilik kontenjan olan Isparta’ya geldik ve 1999 yılından beri burada göreve devam ediyoruz.

B.E: Peki ya ISFODER? Nasıl başladı ve sürdü bu serüven? Ve neler yaptınız yol arkadaşlarınızla?

M.T: Isparta’da göreve başladıktan sonra yokluğunu hissetiğimiz bir sanat derneği fikrim vardı. Bunu arkadaşlarla paylaştım ve Resim Eğitimcileri ve Sanatçılar Derneği kurduk. Bir süre devam etti. İlerleyen zamanlarda yönetimden ayrıldım. Her 24 Kasım öğretmenler gününde resim öğretmenlerinden sergi açmaları istenirdi. Bir gün Milli Eğitim Müdürü'ne yükün sadece tek branşa yüklenmemesi gerektiğini, her branştan öğretmenin katılabileceği bir fotoğraf sergisi açmayı denememiz gerektiğini söyledim. Önerim kabul edildi ama pek umut yoktu. Ancak yapılan duyuru sonucu şaşırtıcı derecede çok fotoğraf gönderildi. Hatta seçmekte bile zorlandık. Sergi açılışında bir öğretmen arkadaşımızın fotoğraf çeken öğretmenleri bir araya toplama fikri üzerine Milli Eğitim Mensupları Fotoğraf Topluluğu diye bir oluşum meydana geldi. Bir kaç faaliyetten sonra toplumun her kesiminden talepler gelince çerçeveyi genişlettik. Bir takım projelerde ve resmi alanlarda da kabul görmenin yolu olarak dernekleşme teklifime arkadaşlarım olumlu baktı ve kısa adı ISFODER olan Isparta Sanat ve Fotoğraf Derneğini kurduk.
        
Derneğimizin ilk güzel işlerinden birisi de 35-40 yıldır Keçiborlu ilçesinin Kuyucak köyünde ekilen lavanta tarlalarını geniş kitlelere duyurmak oldu.

         Isparta ve çevresi çok güzel mekanlardan oluşuyor. Neredeyse her hafta düzenlediğimiz çekim gezilerinde ilimizin keşfedilmemiş yerlerini tanıtmayı adeta görev edindik. Zaman zaman il dışında da gezilerimiz oluyor. Her gezide çevreyi tanıtma ve belgeleme anlarında ciddi misyon üstlendiğimizi düşünüyorum. Fotoğraf sanatına ilgi duyanların daima yanında olmak mutluluk verici.
         Derneğimiz bölgede gayet istikrarlı giden bir sanat derneği olarak bilenlerin taktirini toplamaya devam ediyor. Umarın uzun yıllar aynı güzelliklerle devam eder.

Ortamın en yalın ve doğal halini çekmeyi seviyorum.

B.E:  Işığın olduğu her yer özeldir sizin için eminim. Yine de sormak istiyorum, fotoğraf çekmeyi en çok sevdiğiniz yerleri.

M.T: Ben sanırım muhabirlik kökeninden geldiğim için anı yakalamayı, ortamın en yalın ve doğal halini çekmeyi seviyorum. Bu yüzden pek kurgusal çalışmam. Öyle çalışanlara da saygı duyarım, bazen çok güzel kurgularla anlatılmak istenenler görüntüleniyor. Doğa fotoğrafları elbette önemli ama benim için mekan ve figür ilişkisi daha ön planda oluyor. İçinde herhangi bir canlı unsuru veya izi olmayan fotoğraflar bana ruhsuz geliyor. Ancak fotoğraf sanatında her insanın ilgisi ve beğenisi doğrultusunda kategoriler var. İyi ki de var! Her dalda ayrı uzmanlıklar gelişiyor. Makrodan tutun yıldız pozlamaya kadar farklı alanlarda insanların ilgisi aynı zamanda kalıcı belge olma özelliğiyle de gelecek kuşaklara bilgi aktarmada önem kazanıyor.
         Ben Isparta ve çevresindeki doğal ortamları çok beğeniyorum. Özellikle Eğirdir gölünün her açısı, her ayrıntısı çok güzel. Balkanlardaki Ohri Gölüne çok benzetiyorum Eğirdir Gölünü, abi maalesef biz gerekli turistik cazibe merkezi olacak seviyeye getirememişiz. O ayrı bir ayıbımız.

B.E: Köy enstitüsü ruhunun yansıması bir eğitim almış siz değerli hocamın, böylesi anlamlı ve geleceğe miras işler yapması kaçınılmaz olmuş. Sizi tanımak, sohbetinizi dinlemek büyük keyif oldu benim için. Sizi tanımama vesile olan değerli ağabeylerim başta Ahmet Kundakçı ve Mahmut Leventoğlu'na minnettarım.