İpi kopmuş tespih taneleri gibi dökülüveren sözcüklerim bu kez dilimde düğümleniyor. Bu kez yazacaklarım dilimi lâl, gözümü kör ediyor.

Merve Çavdar. Bu ismi lezzetli akşam yemeklerinizi yerken ses olsun diye açtığınız televizyonlarınızdan duydunuz. Gülen gözlerinin içine yakınlaştı görüntü, fonda da acıklı bir müzik çalıyordu. Belki o anda lokmanız biraz büyüdü ağzınızda ama yuttunuz.

Hasan Songur. Bu ismi de vakit geçsin diye gezindiğiniz sosyal medya hesaplarınızda gördünüz. Bir an bakıp üzüldünüz. Ardından iki kere dokundunuz resminin üzerine parmağınızla ve ‘insanlık’ görevinizi tamamlamış oldunuz. Patlayan kafatasını sıkıştıran makinalar kadar sıkmadı sizi okuduğunuz.

Aybüke Yalçın. Belki yine bir sabah işinize gitmek için hazırlanıyordunuz. Sabah haberleri açıktı o vakit de. Siz parfümünüzü sıkarken onun bir kurşunla delinen bedenini anlatıyordu sunucu. Sesinden türküler duydunuz belki, sıkça paylaşıldı malum medyada. Ancak bir “o ses” değildi. Nâmelerini unuttunuz.

Necmettin Yılmaz. Bu ismi duyduğunuzda o kadar da umutsuz değildiniz. Ölmemişti henüz çünkü kaçırılmıştı. “Kurtulur inşallah.” deyip onun için de insanlık mesainizi doldurdunuz. Sonra kara haberi geldi. Belki kendinizi yerine koydunuz, neler yaşadı, nasıl eziyetler çekti aklınızdan geçti bir anlık. Ve bu sizi korkunç huzursuz etti. Gideceğiniz bir davet vardı, şimdi bunları akıldan çıkarmalıydı.

Kubilay… Bu ismi tarih kitaplarında okudunuz.  O kitapta mübarek başının bir bayrak direğinde tüm Menemen’i gezdiği yazmıyordu elbette, o zamanlar çocuktunuz.

Birçoğunun adını hiç duymadınız. Geçen günlerde iki tanesini okulunda kurşunladınız. Daha önce bıçakladınız. Tehdit ettiniz, aracını yaktınız, yüzüne tükürdünüz, bilgisini sorguladınız, söylediklerini beğenmediniz, dinlemediniz, suçlu buldunuz, elinde sihirli değnek var sandınız, tuvaleti kullanmayı bile öğretemediğiniz çocukların başarısızlıklarının tek sorumlusu gördünüz. Yanlış yapan birine “Seni yetiştiren öğretmene yazıklar olsun!” dediniz. Sonra öğretmeni çocuğunuzu eleştirdiğinde “Siz benim çocuğuma kafayı taktınız.” “Bunları mezun edip de trafiğe çıkaran öğretmene lânet olsun!” dediniz. Sonra sınıfta bırakan öğretmene saldırdınız.

Nasa’ya giden öğrenci sizindi, katil olan bizim. Sanatçı olan sizindi, işsiz kalan bizim. Harvard’dan burslu çağrı alan sizindi, sınavı kazanamayan bizim. 

“Üç ay tatil; kar yağdı, tatil; bayram geldi, tatil. Bunlar da hep yatıyor be. Yata yata para kazanıyorlar. Devlete dayamışlar sırtlarını.” Bu sohbeti de eminim bir yerlerden hatırladınız.

Dersanelerde günde on iki saat çalıştırılan, atanamadığı için asgari ücretin altında bir ücrete öğretmenlik yapan, atandığında çoğunuzun haritada yerini bile bulamayacağı şehirlerde hiçbirinizin adını bile bilmediği köylerde o kara cehaleti koparıp kara toprağın bağrından çiğneyip atan, sesi bugünü değil geleceği çınlatan öğretmenleriz… Başöğretmenin talebeleriyiz…

“Alnımızda bilgilerden bir çelenk; nura doğru can atan Türk genciyiz…”