Hayat sevince güzel Sevince tatlı günler

Bir kuşu, kelebeği, bir taşı sevin yeter…

 

  1. James şöyle der: “Bir insana işkence yapmak istiyorsanız onu dövmenize gerek yoktur. Onu ciddiye almayın, bu ona işkence olarak yeter.” Bu ifadeden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: ilgi görmemek, bir ergen için psikolojik bir işkencedir. 

 

Zeynep Değirmencioğlu, “Hayat Sevince Güzel” filminde söylemişti hatırlamayan yoktur sanırım. Artık sevgiyi bir meta olarak gören ‘çünkü’ler ve ‘eğer’ler ile sevilen bir kasabada koşulsuz sevgiyi göstermeye çalışmıştı.

Okul dönemlerinde yapılan anketlerimiz vardı. Mutlaka içinde “sevgi nedir?”, “aşk nedir?”, “aralarındaki fark nedir ?” gibi sorular olurdu ve anketin asıl amacı sadece bu sorulara cevap almak. Klasik cevap “anlatılmaz yaşanır”. Nasıl yaşıyoruz peki bugünlerde? Arkasından kuyu kazarak, çıkarımıza göre, parasına göre yani kısacası ‘eğer’ ve ‘çünkü’ ile başlayan cümlelerle seviyoruz.

Malum düğün mevsimi… Ne kadar çok düğün var, ne kadar büyük aşklar, birbirine bakarken parlayan gözler, kanatları eksik sadece, mutluluktan uçan gençler. Peki ya sonra ne oluyor o büyük aşklara anlatamayıp yaşadığımız sevgi bu kadar mı, ne değişiyor? Sadece evlilikte değil biten dostluklar, arkadaşlıklar, sokaklara bırakılan çocuklar, huzur evine bırakılan yaşlılar, eziyet edilen hayvanlar, yakılan yıkılan bitkiler. Gerçekten seviyor muyuz?

Kısa bir hikayeyle bugünün sevgilerini özetlemek istiyorum. Genç adamın biri restoranda oturmuş tabağındaki balığını keyifle yemekle meşgulken yanına yaklaşan kişi “neden balığı yiyorsun” diyor. “Çünkü balığı seviyorum” diyor genç adam. “Oooo balığı seviyorsun öylemi onun için o balığı sudan çıkardın, öldürdün ve yiyorsun sen balığı değil kendini seviyorsun” diyor.Balık yemeyi sevmek ve balığı sevmek… Zamanımızda yaşanan sevgiler; balık yemeyi sevmekten ileri gidemiyor balığı sevemiyoruz.

Sevginin tanımını tek bir cümleye sığdırmak elbette mümkün değildir. Soyut bir kavramdır ve şuana kadar yapılmış milyonlarca tanımı vardı. Sigmund Freud’un cinsel güdüyü (libido) doyurma çabası olarak sevgi tanımına karşılık Carl GustavJung “karşılıksız sevgi” tanımı yapıyor. Mevlana Celaleddin-i Rum-i ise yine Jung tarafından bakış açısıyla “gel ne olursan ol yine gel” diyerek sevginin koşulsuz olduğunu vurguluyor.Fromm’a göre sevgi sahip olunacak bir şey değildir. Eğer sevgiyi sahip olunacak bir şey gibi görürsek sevilen nesneyi kapatmış oluruz. Sahip olarak sevdiğimizde kendimizi sahip, sevileni köle olarak görüp kendi düşünce, davranış ve duygularımıza göre onu değiştirmeye çalışıyoruz. Yapılan araştırmalarda sevginin diğer unsurlarına bakıldığında yakınlık, kendini açabilme, kabul görme vs. gibi olguları sahip olarak sevdiğimizde dışlamış oluyoruz. Fromm, şöyle devam eder: “Sevgi, insan olmanın, insancayaşamanın yolunu bulma ve uygulamadır.”

Diğer taraftan Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine bakarsak önce güvenlik sonra fiziksel ihtiyaçlar ve üçüncü sırada sevgi gelmektedir. O zaman sevgi bizim için bir ihtiyaç aslında. Sevmek ya da sevilmek değil bizim ihtiyacımız olan şey sadece sevgi. Neden hep sevilmek aklımıza gelir? Neden seven taraf biz olmayı düşünmeyiz? İhtiyaçlar hiyerarşisinden devam edersek baba; güvenlik ihtiyacını, anne; fiziksel ihtiyaçları karşılayanlar ve bize doğduğumuz andan itibaren en yakın olan, kendimizi ifade edebildiğimiz ve bize kendini açan ilk sevgi nesnemiz anne-baba. Yaşadığımız koşulsuz sevginin yanında karşılanan ihtiyaçlarla sevgiyi eşleştirip hep ihtiyacımızı karşılayan kişiyi balık yemeyi sever gibi seviyoruz.

Balığı sevebilmek dileğiyle…