Sene 1978 mevsim kış. Yatakta şiddetli bir baş ağrısı, boğaz ağrısı, vücut kırgınlığı, yüksek ateş içinde yatmaktayım. Şimdi doktora gitsem bu saydıklarıma grip der, ya da bademcik iltihaplanması veya anjin diyebilir. Neyse ki o zamanlar da benim tatlı dilli, güler yüzlü, pamuk elli rahmetlik Zühre nenem vardı. Sabah ben yataktayken başucuma gelip, ‘kızım okula gitmeyecek misin sen’ diye sormuştu. Aslında kendisi okuryazar değildi. Eski yazıyı bilir, yeni yazıyı okuma imkanı olmamıştı, bizim de aklımıza öğretmek gelmemişti.

Eğitime önem verir, bizleri okula göndermemezlik etmezdi. Her zaman ‘oku kızım, büyük adam ol, hayatını kurtar, kolunda bir altın bilezik olsun’ derdi. Gerçi o yaşlarda anlattıkları çoğu hikayeleri anlamakta zorluk çekerdim. Ben beş yaşındayken aklımda kalan, beni etkileyen, bu güne kadar unutmadığım sözleri vardı. ‘Ah yavrum gün gelecek bu ayakkabıları bağcıkları konuşacak, erkeklerin kaburgalarından sesler çıkacak, bu elinde oynadığın oyuncak bebekler dile gelecek’ diye anlatırken ben hep onun sözlerinin gerçekleşmesini bekleyerek büyüdüm.

‘Ar namus, merhamet, vicdan hepsi gökyüzüne uçacak, yeryüzünde kalmayacak; kızlar, erkekler sokaklar da köpekler gibi birlikte olacak, kızlar erkek, erkekler kız olacak’ derdi. Ben ne anlatmak istediğini çözemezdim, nasıl uçacaklarını hayal etmeye çalışırdım, uçarken bizde tutalım, gitmesine izin vermeyelim derdim. Yıllar sonra nostradamus kehanetlerini çözer gibi anladım ne demek istediklerini: Ayakkabı bağcıkları konuşacak demekle, telgraf telefon tellerinden bahsedermiş. Erkeklerin kaburgasından sesler çıkacak diyerek, bu günkü erkeklerin bellerinde, ceplerinde taşıdıkları çalan cep telefonlarından söz edermiş. Oyuncak bebeklerin dile gelip konuşacak dediği, günümüz konuşan robotlarını tarif etmeye çalışırmış. Ar namus dünyada kalmayacak, havaya uçacak derken; günümüzde kullanmaya gerek görülmeyecek, tedavülden kalkacak demek istemiş.

Neyse ben başa döneyim. Nenem yanıma geldi, bende ‘çok hastayım nenecim, bugün okula gidemem’ dedim. Elini başıma koydu beni içinden okudu, üfledi pamuk elleri ile saçlarımı okşadı, o anda, üzerimden büyük bir ağırlık kalktı. Rüyadan uyanmış gibi fırladım yataktan. Ne ağrım kaldı, ne ateşim. Öyle ki o ana kadar kendimi o kadar enerjik ve güçlü hissetmemiştim. Bana hangi penisilin iğnesini kullandı da iki dakikada ayağa dikti bilmiyorum. O günden sonra hiç hasta olduğumu hatırlamıyorum. Ta ki onu kaybedene kadar. Annemin anneannesiydi. Elinin pamukluğunu, yumuşaklığını anneme bırakıp gitmişti. 95 yaşındaydı öldüğünde. Ablası 105 yaşında kardeşinin cenazesine gelmişti. Dün gibi gözümün önünde görüntüleri. Nur içinde, huzur içinde, yerinde dinlensinler. Onlar, o günün hekimleri, ebeleri, hafızları idiler. Kimin çocuğu olmazsa yaptıkları bitki karışımı ile çocuk sahibi ederdi çocuksuzları. Doğum yapacaklara ebelik yaparlar, hasta olana derman olurlardı. Yaralanmış hayvanın ayağını, ertesi güne kadar iyileştirirdi. Ölenleri yıkarlar, 7 gün kuranını okurdular. Doğan bebeklerin doğdukları anda hastalığını teşhis eder, tedaviye başlardı. Bebeğin kırmızı lekeleri varsa, ağlarken mosmor olup morarırsa gelincikli olduğunu söyler, 40 gün taze günlük yumurtanın sarısını, bebeğin her gece kıçına koyardı. Gelincik denen hastalık 40 gün o yumurtayı yutar, sonunda bebekte bir daha o hastalık kalmazdı. Bebeklerin dil altındaki tutuklağa sebep olan ince zarı, jiletle minik bir kesit atar, dilsizliğine, geç konuşmasına sebep olacak sorunu ortadan kaldırırdı. 7 yaşında bir erkek çocuğun böyle bir rahatsızlığını giderdiğini gördüm. Konuşamayan, çocuğun dili çözüldü, konuştu. Bazı bebeklerin sırtında taşıdıkları pis kanı minik jilet kesiği ile alırdı. Göz kapaklarında çıkan, ya da başka bölgedeki et benlerini iplikle alırdı. Saygılar… (Devamı yarın)