Kadın, eşiyle birlikte başka şehirde oturan, çocukluk arkadaşının evine misafir gitmişti. Adam arkadaşını görünce kadını evin kapısında bırakmış, kapıda da kendisini bekleyen Necati Dede’yi, kan kardeşini alıp gitmişti. Kadının ilk defa geldiği yerdi burası. Üstelik iki katlı evde kadını kapıda karşılayıp, evine buyur eden evin hanımı da yoktu. Eşi “Sen geç içeri otur, biz geliyoruz” deyip gitmişti. Evde küçük 3 kız çocuğu vardı. Biri beşikte yatan bir bebekti. Kadın karşılanmadığı eve girip oturmuş, evin çocukları ile konuşmaya başlamış. Beşikte ağlamakta olan bebeği de bir yandan sallamaktaymış.

Bir ara üst kattan gelen kayınvalide olduğunu öğrendiği kişi bir “Hoş geldin” deyip torununun sütünü biberonda küçük kızın eline verip, kardeşine içirmesini söyledi ve odadan çıkıp gitti. Küçük kız kardeşine sütü içirmekte zorlanmıştı. Kadın güler yüzle biberonu alıp “Sen diğer kardeşinle oyna ben içiririm” dedi.

Öğle saatlerinde geldiği evde akşam 7 olmuştu. Zavallı kadın aç bir durumda küçük kızın elinde yediği elmayı isteme niyetine girmiş sonra gelen olur elindeki elmayı görür düşüncesiyle vazgeçmişti. Bol bol su içerek akşamı yapmıştı. Nihayet eşi arkadaşı ile gezmesini bitirip gelebilmişti.

Evin beyi gelir gelmez evin hanımı da anında evde göründü. Sofra hazırlığına girişti. Kadın bir köşede öfke içinde oturmaktaydı. Önce sofraya oturmayı düşünmemişti ama karnında sekiz aylık bebeğini hatırlayınca oturup yemek zorunda kaldı. Midesi bulandığı için yemesi ve çıkarması bir oldu. Kadın gece kalmak istemese de eşinin ısrarlı konuşması “Burası benim arkadaşımın evi o da kim oluyormuş. Sen maden acıktın, çocukları bakkala gönderip istediğini aldırıp yeseydin” diye bağırarak kadını suçlamıştı.

Yan odada uyuyan arkadaşı konuşulanları duymuştu. Kadın, erken kalkan bakkaldan gelen eşinin sesiyle uyanmıştı. “Haydi kalk sofrayı kur. Ben kahvaltılık aldım, çayı da demledim” diye söylemişti.

Bir anda işler tersine dönmüştü. Misafir evin sahibi gibi olmuş, evin sahipleri de hazırlanmış sofraya misafir gibi oturmuştu.

Necati arkadaşı yapılan saygısızlığın farkında olup çok mahcup olmuştu. Şehrin otoban çıkışına kadar arkadaşını bırakmayıp, onların arabasında geriye nasıl döneceğini hiç düşünmeden yolcu etmişti. Eşinin kusurunu affettirmek istemişti.

Evine gelen tanrı misafirini ağırlamayı bilmeyen insanın suçunu kendi suçu gibi görme duygusu, hakarete uğrayan kişinin sıkıntısından daha fazla olmalıydı.

Kadın gece eşine çok fazla sinirlenip söylenmişti. “Beni bu görgüsüzlerin evine getirmeseydin” diye ettiği lafları hatırlayınca karşısındakinden utanmıştı.

Sonunda uygun gördükleri yerde durup veda ettiler. O günden sonra uzun bir süre kadın eşinin istediği yere gitmeyi asla kabul etmedi.

Bu hikayede yaşanan olay kimsenin başına gelmemiştir.

İnsan ağırlamayı, gelene ikramda bulunmayı kendine zulüm gören Türk olamaz. Hatta Müslümanlığı bile doğru öğrenmemiştir.

Rabbimizin emridir. Evine gelen tanrı misafiri Allah’ın misafiri sayılır. Misafir 10 rızkıyla gelir, birini yer 9’unu ev sahibine bırakıp gider.

Büyüklerimiz bizi bu zihniyetle yetiştirdi.

Dedem her zaman bizlere “Düşmanın sana taş atsa bile, sen ona ekmek at” derdi. Manası evine gelen düşmanın bile olsa misafir et, yedir içir, ikramda kusur etme. Her zaman veren el alan elden daima üstündür.

Bunu hiç unutmayalım.

İyi ikramlar Saygılar.