Tarihiyle, ordusuyla, paşalarıyla gurur duyan bir dedenin torunu olmakta bugün bana ayrı bir onur vermekte.

O yıllarda dedemin anlattıkları bugünkü kadar ilgi ve dikkatimi çekmiyordu.
Saygısızlık olmasın, kalbi kırılmasın diye sıkılarak dinliyormuş gibi yapardım. 

Şimdiki aklım olsa can kulağıyla dinlerdim.

Bu vatan için nasıl bir mücadele verdiklerini ne büyük sıkıntılar çektiklerini, sürekli açlık ve soğukla sınandıklarını en başta anlatırdı.

Çocuk yaşta Yunan adalarından sabaha karşı bir gemi gelir. Türkiye’ye gelmek isteyenleri alır, gizlice görünmeden kaçırırmış. 
Bir gün sabaha karşı, 15 yaşında ailesine sormadan eşini, kundaktaki bebeğiyle bir başına bırakıp bu gemiye binip Türkiye’ye kaçmış.
Mustafa Kemal’in ordusuna katılmış. Dile kolay 5 yıl askerlik yapmış bu orduda.

3 ay, 6 ay, 12 ay değil 60 ay ailesini görmeden, hiç bir beklentisi olmadan, karşılıksız canını hediye etmek için asker olmuş.
Kendisi gibi aynı şartlara sahip arkadaşları, yoldaşları ile birlikte.
Hepsi birer kahramanıydı onun.

Kasete koymuş gibi tekrar tekrar anlatır, her anlattığında o günleri yaşar huzur bulurdu.

Batı cephesi komutanı İsmet Paşa, “ufaklık” bazen de “çocuk” diye hitap edermiş kendisine.

Askerde bulunduğu bölüğün en genç ve çocuk yaşta olanı kendisiymiş.

Kendisine atının bakımını, çizmelerinin temizliğini emanet edermiş. Bazen de tüfeğini...

Öyle büyük gururla anlatırdı ki paşanın çizmelerini temizleyip parlattığını, atını tımarladığını, doyurup suladığını. 

Paşasının verdiği her emir onun için kutsal bir görevdi.

Askeriyenin yemek alış verişinin yapılışını, at arabalarıyla yemekhaneye, patates, soğan, ekmek taşıdıklarını, bu görevi eksiksiz yerine getirdiğini, o yıllarda fakir ve aç halkın askerlerin atlarının tezeklerinin içindeki buğday tanelerini bulup topladıklarını, bunu gören dedemin askerlerin yemeklerinden kalan artıkları toplayıp, ihtiyaç sahibi halka dağıttığını, onları her akşam düzenli sıraya koyup, ellerindeki kalan yemekleri bölüştürdüğünü, savaş sırasında etraftaki soba borularını taşıyıp, büyük tepelerden aşağıya doğru yuvarladıklarını, böylelikle düşman tarafın kendilerini uzaktan kalabalık sayıda görünmelerini sağladıklarını, ufak basit savaş oyunlarını anlatırdı.

‘Allah Allah’ sesleriyle önce soba borularını arkadan kendilerini ileriye doğru düşmanın üzerine yürüdüklerini, top arabasını ateşlerken elinin 3 parmağını yok ettiğini de anlatırdı.

Bazen Tevfik Paşa’nın da geldiğini onun da atını, çizmelerini ve tüfeğini temizliğini yaptığını, en değerli hediyelilerini dedeme emanet ettiklerini gururla anlatırdı.

Savaş sonrası kendilerine Mecidiye köy, Şarköy, Çeltik, Uzunköprü’den savaşa katılan askerlere arsalar dağıtılmış, dedem asla bunları sahiplenmemiş. 
Verileni emir sayıp aldı görünmüş. Gerçekte hiç bir şekilde kullanmamış.
Satmamış, sahiplenmemişti.

Ondan sonraki gelen nesli de aynı şekilde dokunmamış. Köy muhtarı sahiplenmiş.

“Biz hiç bir karşılık beklemeden, sadece vatan için savaştık” derdi.

5 yıl sonra kendisini habersiz bırakıp gittiği eşi  de onun vatan için savaştığını bilmiş, hiç bir şey olmamış gibi dedemi sevinçle karşılamıştı.

Böyle de atalara sahip neslin torunlarıyız bizler.

Aklımda kalan dedemin en değerli yemeği, acı pul biberi tuzla karıştırıp ekmeğe banıp yemesiydi.

Bir gün bile eşine ve çocuklarına “Yemek var mı bana sofra kur” dememiştir.
Torunu olarak “Bir şey hazırlayalım mı” diye sorduğumda “Siz bilirsiniz, koyarsanız yeriz. Hiç bir şey fark etmez benim için” derdi.

Ölümden bahsederken “Bir gün kuş olup, uçup gideceğiz” derdi.

O bir gün geldiğinde camın kenarında oturmuş, yoldan geçenleri seyrederken elinin iki parmağı cebinde ruhunu teslim etti.

Gece cenazesini bekliyorduk.
Bir kaç komşusu, oğulları, kızı, torunu, damadı vardı. Bir an da ne olduğunu anlamadık dışarıdan bir kuş girdi odaya.
Tepemizde dolaştı, 3 tur attı.
Tek tek vedalaştı bizlerle. 
Geldiği gibi uçtu gitti.

Benim ilk aklıma gelen “Bir kuş olup uçup gideceğiz” sözü oldu.

Bir kuş olup veda etti bizlere.

Farklı şehirde oturuyorduk. Ölürken yanında değildik. Haberini alıp geldik.
O da son görüşmeye geldi ruhu ile.

Benim çocuk yaşta en korktuğum, kabullenemediğim ölümdü.
Mezarlığa yakın sokaktan bile geçmemeye dikkat eder, cenaze görsem yol değiştirirdim.

O gün bana ne oldu bilmiyorum. Bütün korkularım geride kaldı. Kefene sarılmış, evin ortasında yatan dedemin ayak ucuna oturdum.
Sokaktan sabah saatlerinde geçen, börekçiden börek aldım. Herkesin gözünün içine bakarak böreği yedim.
Ortada bir sofra varmış gibi oturanları da börek yemeğe davet ettim kefenin üzerinde.

Herkes suskun, şaşkın bakışlarla beni izledi.
Kimseden tek bir kelime çıkmadı. Başlarıyla “Hayır” dediler.

Nenemi de kaybetmiştim dedemden 5 ay önce. 
Tabutunu bile görmemek için başka eve kaçmıştım.
Mezarlığa bile gitmedim. Kabullenemedim onun ölümünü.

Dedem sen giderken ne yaptın bana? 
Korkularımla ve her şeyle baş etmeyi bıraktım. Sen yıllar önce korkusuzca savaşmış bir dedenin torunusun, ‘hiç bir şeyden korkma’ duygusunu yaşattın bana.

Ölen bütün dedelerimizin ve büyüklerimizin ruhları şad olsun, mekanları cennet olsun. Nur içinde yatsınlar. Biz bu cennet vatanda nasıl rahat, huzurlu yaşıyorsak; bütün şehitlerimiz, gazilerimiz, ölenlerimiz de cennet bahçelerinde yaşasınlar diye dua ediyorum.
Sağlıkla, sevgiyle kalın.