Geçen gün hava güzel. Artık belli bir yaşa da geldik. Dedim gideyim parka. Biraz yürüyüp temiz hava alır yürüyüşümü de yaparım. Neyse efendim başladım yürümeye. Park da biraz büyük. Yürü babam yürü. Yürüdükçe açıldım. Açıldıkça yürüdüm. Hızımı alamadım.
Birkaç turdan sonra eh bu kadar yeter dedim. Aslında az ama öz ve de sürekli yapmak makbul. Ama ben öyle sürekli gelemiyorum. Gelmişken bir haftalık yürüyeyim dedim. Dedim demesine de bu seferde ipin ucunu kaçırınca, yoruldum tabi. Sonra hava güzel ya. Şöyle bir kenara geçip oturayım dedim. Boş banklar vardı.
Genel de bu saatler de ya spor yapmaya gelenler ya okuldan kaçan gençler ya da dedikodu yapmaya gelen teyzeler oluyor. Efendim; dedim ya oturdum bir banka. Dinlenirken de telefondan bir müzik açıp soluklanırken, yan tarafta ki bankta oturan iki yaşlı teyzenin muhabbeti ilgimi çekti. Telefon da müzik dinlemekten daha zevkli diye müziği kapattım. Kulak kabartmaya gerek yok. Zaten teyzeler o kadar yüksek sesle konuşuyorlar ki duymamak imkânsız. Yani özellikle dinlemenize gerek yok.
Mübarekleri, neredeyse bütün park dinliyor o derece. Hatta etkinlikler de hoparlöre gerek yok. Al bu teyzeleri kullan. Neyse efendim. Asıl konu teyzelerin yüksek sesle konuşması değil. Konuştukları konular. Biri başladı çocuklarını anlatmaya. Diğeri kendi çocuklarını anlatıyor. O bitiriyor, diğeri başlıyor kendi gelinlerini çekiştirmeye. Hiç biri diğerinin anlattıklarının altında kalmıyor. En kötü benim çocuklarım. En kötü benim gelinlerim yarışı iyice kızışıyor. Bir de tatlı tatlı eleştiriyorlar ki. Bir süre sonra konuşmaları adeta bir drama ya dönüyor. Gülerek anlattıkları yaşantıları, bir anda ciddiyete doğru eviriliyor. Biri diğerine diyor ki; “Kız şimdi elimiz ayağımız tutuyor. Biraz elden ayaktan düşersek bize hiç biri bakmaz. Ne yapacağız?” Diğeri bu konu da onu destekliyor. “Çocuklarımıza mallarımızı da bölüştürdük mal vereceğiz diye de bakmazlar.”
İçim bir cız etmedi değil. Niye ve nasıl böyle olduk? Annelerimiz, babalarımız bizi büyütüp baksın, bugünlere getirsin, sonra yaşlanıp elden, ayaktan düşünce, bende kalmasın, diğer kardeşimde kalsın. Yok, gelinde kalsın kavgası başlıyor.
Eskiden büyüğün kaldığı ev, kıymetli ve itibar sahibi evdi. Şimdi kimse, kendi annesini, babasını istemez oldu. İstedikleri tek şey, onların paraları veya malları. Maalesef günümüz kapitalist düzeni aile yapısını metaya ve maddeye endeksledi.
Teyzeleri dinleyince içimde fırtınalar koptu. Sonra dedim, bu teyzelere, Yahudi Şapat’ın hikâyesini anlatayım. Gittim yanlarına. Dedim; “Sevgili teyzelerim, sizin dertlerinize ortak oldum. Hakkınızı helal edin. Sizin durumunuzu çok güzel anlatan bir Yahudi hikâyesi anlatmama müsaade eder misiniz?” Dediler; “Tabi yavrum neden olmasın?” Başladım anlatmaya. Zamanın birinde yaşayan birisi anlatmış ve internette paylaşmış. Bende sizinle paylaşayım.
Gençliğimde Şişhane'de, "Sarı Madam" adında bir kahve vardı. İnsanlar oraya gelir, oyun oynardı. Aileler de gelir çay içer, simit yer, sohbet ederdi. Çok güzel bir Haliç manzarası vardı. Şişhane'den Hasköy'e dönen köşedeydi. Eskiden kahvenin anlamı, sadece oyun oynanan yer olmaktan çok uzaktı, tam anlamıyla sosyal bir ortamdı. Kaçamak sigara içmek için de çoğu zaman oraya giderdik.
Bir gün oranın müdavimlerinden Şapat diye bir bey geldi. Biz de yandaki masada arkadaşlarla oturmuş, çay içiyorduk. Adamın orta halli bir görüntüsü vardı ama sıkıntılı olduğu her halinden belliydi. Arkadaşları da bu durumu fark etmiş olacak ki, içlerinden biri, "Hayrola Şapat, bir derdin mi var?" dedi.
"Sormayın..."
İlk bulduğu boş sandalyeye çökercesine oturdu.
"Anlat be Şapat."
Adam anlatmaya başladı. Yanımızdaki masada oturduğu için anlattıklarını bir bir duyuyorduk.
"Benim dört tane dairem vardı. Bankada param vardı. Karımdan kalan ufak tefek birkaç mücevher de vardı. İki kızımı ve damatlarımı çağırdım ve 'Bunları size taksim edeyim, sonra birinizin evinde kalırım, yalnız yaşamak istemiyorum,' dedim. Yaptım da. Her şeyimi onlara verdim. İki kızımda birer yıl kalacaktım, böyle konuşmuştuk. Baştan her şey yolunda gitti. Sonra bu anlaşma aylara, haftalara, şimdi de günlere indi. İkisi de kendi düzenleri bozulduğu için beni evinde istemiyor. Anlayacağınız, beni kapının önüne koyacaklar."
İshak Efendi diye bir adam, "Bu mudur senin bütün derdin?" dedi ; "Sen merak etme, yarın sabah burada buluşalım, senin derdini çözeceğim."
Biz olanları sonradan kahvenin sahibine sorarak öğrendik. Zavallı amcanın sonunu çok merak etmiştik. Bu iki amca, ertesi gün buluşmuş, İshak Efendi cebinden bir anahtar çıkarmış ve Şapat'a vermiş. Bu bir banka kasası anahtarıymış ve üstünde "OB" harfleriyle bir de numara varmış. "OB", Osmanlı Bankası'nın kısaltmasıydı. Bankanın itibarı da çok büyüktü.
"Bak, bu anahtarı hangi kızının evinde daha çok kalmak istiyorsan o evde kaybetmiş gibi yapacaksın. Dikkat et de nereye attığını unutma. Sonra 'anahtarım kayboldu' diye ortalığı ayağa kaldıracak, sonra da bulacaksın. Kızın sana 'Bu ne anahtarı?' diye sorduğunda, 'Ne anahtarı olacak, kasa anahtarı. Sen bütün varlığımı size verdiğimi mi zannediyorsun? Paralarım, tahvillerim, banka kasasında duruyor. Kimin evinde ölürsem, anahtar ve kalan servetim onun olacak. Kafamdaki plan bu' diyeceksin."
Şapat Bey, İshak Efendi'nin bütün dediklerini yapmış ve sonradan takip ettiğimize göre de küçük kızının evinde krallar gibi yaşayıp ölmüş. Öldükten sonra kızı ve damadı anahtarı alıp bankaya gitmiş. Banka da onlara, "Ne böyle bir kasa numaramız var, ne de böyle bir anahtarımız," demiş.
Şapat Bey bir de yazı bırakmış ardından :"Sizi ancak böyle adam edebilirdim!" “Yeş mamod, yeş kavod" Yani : "PARAN VARSA, İTİBARIN DA VARDIR."
Teyzeler hikâyeyi dinleyince bir birlerine baktılar. Sonra bana dönerek; “Ee şimdi biz bir banka anahtarı mı yaptıralım evladım.” Deyince bende; “O da olur teyzelerim. Ama önce hayırlı evlatlar yetiştirelim. O daha önemli.” deyiverdim.
Bu vesileyle de Allah herkese hayırlı evlatlar yetiştirmeyi nasip etsin.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Osman Yiğitoğlu
Bir Yahudi hikayesi
Geçen gün hava güzel. Artık belli bir yaşa da geldik. Dedim gideyim parka. Biraz yürüyüp temiz hava alır yürüyüşümü de yaparım. Neyse efendim başladım yürümeye. Park da biraz büyük. Yürü babam yürü. Yürüdükçe açıldım. Açıldıkça yürüdüm. Hızımı alamadım.
Birkaç turdan sonra eh bu kadar yeter dedim. Aslında az ama öz ve de sürekli yapmak makbul. Ama ben öyle sürekli gelemiyorum. Gelmişken bir haftalık yürüyeyim dedim. Dedim demesine de bu seferde ipin ucunu kaçırınca, yoruldum tabi. Sonra hava güzel ya. Şöyle bir kenara geçip oturayım dedim. Boş banklar vardı.
Genel de bu saatler de ya spor yapmaya gelenler ya okuldan kaçan gençler ya da dedikodu yapmaya gelen teyzeler oluyor. Efendim; dedim ya oturdum bir banka. Dinlenirken de telefondan bir müzik açıp soluklanırken, yan tarafta ki bankta oturan iki yaşlı teyzenin muhabbeti ilgimi çekti. Telefon da müzik dinlemekten daha zevkli diye müziği kapattım. Kulak kabartmaya gerek yok. Zaten teyzeler o kadar yüksek sesle konuşuyorlar ki duymamak imkânsız. Yani özellikle dinlemenize gerek yok.
Mübarekleri, neredeyse bütün park dinliyor o derece. Hatta etkinlikler de hoparlöre gerek yok. Al bu teyzeleri kullan. Neyse efendim. Asıl konu teyzelerin yüksek sesle konuşması değil. Konuştukları konular. Biri başladı çocuklarını anlatmaya. Diğeri kendi çocuklarını anlatıyor. O bitiriyor, diğeri başlıyor kendi gelinlerini çekiştirmeye. Hiç biri diğerinin anlattıklarının altında kalmıyor. En kötü benim çocuklarım. En kötü benim gelinlerim yarışı iyice kızışıyor. Bir de tatlı tatlı eleştiriyorlar ki. Bir süre sonra konuşmaları adeta bir drama ya dönüyor. Gülerek anlattıkları yaşantıları, bir anda ciddiyete doğru eviriliyor. Biri diğerine diyor ki; “Kız şimdi elimiz ayağımız tutuyor. Biraz elden ayaktan düşersek bize hiç biri bakmaz. Ne yapacağız?” Diğeri bu konu da onu destekliyor. “Çocuklarımıza mallarımızı da bölüştürdük mal vereceğiz diye de bakmazlar.”
İçim bir cız etmedi değil. Niye ve nasıl böyle olduk? Annelerimiz, babalarımız bizi büyütüp baksın, bugünlere getirsin, sonra yaşlanıp elden, ayaktan düşünce, bende kalmasın, diğer kardeşimde kalsın. Yok, gelinde kalsın kavgası başlıyor.
Eskiden büyüğün kaldığı ev, kıymetli ve itibar sahibi evdi. Şimdi kimse, kendi annesini, babasını istemez oldu. İstedikleri tek şey, onların paraları veya malları. Maalesef günümüz kapitalist düzeni aile yapısını metaya ve maddeye endeksledi.
Teyzeleri dinleyince içimde fırtınalar koptu. Sonra dedim, bu teyzelere, Yahudi Şapat’ın hikâyesini anlatayım. Gittim yanlarına. Dedim; “Sevgili teyzelerim, sizin dertlerinize ortak oldum. Hakkınızı helal edin. Sizin durumunuzu çok güzel anlatan bir Yahudi hikâyesi anlatmama müsaade eder misiniz?” Dediler; “Tabi yavrum neden olmasın?” Başladım anlatmaya. Zamanın birinde yaşayan birisi anlatmış ve internette paylaşmış. Bende sizinle paylaşayım.
Gençliğimde Şişhane'de, "Sarı Madam" adında bir kahve vardı. İnsanlar oraya gelir, oyun oynardı. Aileler de gelir çay içer, simit yer, sohbet ederdi. Çok güzel bir Haliç manzarası vardı. Şişhane'den Hasköy'e dönen köşedeydi. Eskiden kahvenin anlamı, sadece oyun oynanan yer olmaktan çok uzaktı, tam anlamıyla sosyal bir ortamdı. Kaçamak sigara içmek için de çoğu zaman oraya giderdik.
Bir gün oranın müdavimlerinden Şapat diye bir bey geldi. Biz de yandaki masada arkadaşlarla oturmuş, çay içiyorduk. Adamın orta halli bir görüntüsü vardı ama sıkıntılı olduğu her halinden belliydi. Arkadaşları da bu durumu fark etmiş olacak ki, içlerinden biri, "Hayrola Şapat, bir derdin mi var?" dedi.
"Sormayın..."
İlk bulduğu boş sandalyeye çökercesine oturdu.
"Anlat be Şapat."
Adam anlatmaya başladı. Yanımızdaki masada oturduğu için anlattıklarını bir bir duyuyorduk.
"Benim dört tane dairem vardı. Bankada param vardı. Karımdan kalan ufak tefek birkaç mücevher de vardı. İki kızımı ve damatlarımı çağırdım ve 'Bunları size taksim edeyim, sonra birinizin evinde kalırım, yalnız yaşamak istemiyorum,' dedim. Yaptım da. Her şeyimi onlara verdim. İki kızımda birer yıl kalacaktım, böyle konuşmuştuk. Baştan her şey yolunda gitti. Sonra bu anlaşma aylara, haftalara, şimdi de günlere indi. İkisi de kendi düzenleri bozulduğu için beni evinde istemiyor. Anlayacağınız, beni kapının önüne koyacaklar."
İshak Efendi diye bir adam, "Bu mudur senin bütün derdin?" dedi ; "Sen merak etme, yarın sabah burada buluşalım, senin derdini çözeceğim."
Biz olanları sonradan kahvenin sahibine sorarak öğrendik. Zavallı amcanın sonunu çok merak etmiştik. Bu iki amca, ertesi gün buluşmuş, İshak Efendi cebinden bir anahtar çıkarmış ve Şapat'a vermiş. Bu bir banka kasası anahtarıymış ve üstünde "OB" harfleriyle bir de numara varmış. "OB", Osmanlı Bankası'nın kısaltmasıydı. Bankanın itibarı da çok büyüktü.
"Bak, bu anahtarı hangi kızının evinde daha çok kalmak istiyorsan o evde kaybetmiş gibi yapacaksın. Dikkat et de nereye attığını unutma. Sonra 'anahtarım kayboldu' diye ortalığı ayağa kaldıracak, sonra da bulacaksın. Kızın sana 'Bu ne anahtarı?' diye sorduğunda, 'Ne anahtarı olacak, kasa anahtarı. Sen bütün varlığımı size verdiğimi mi zannediyorsun? Paralarım, tahvillerim, banka kasasında duruyor. Kimin evinde ölürsem, anahtar ve kalan servetim onun olacak. Kafamdaki plan bu' diyeceksin."
Şapat Bey, İshak Efendi'nin bütün dediklerini yapmış ve sonradan takip ettiğimize göre de küçük kızının evinde krallar gibi yaşayıp ölmüş. Öldükten sonra kızı ve damadı anahtarı alıp bankaya gitmiş. Banka da onlara, "Ne böyle bir kasa numaramız var, ne de böyle bir anahtarımız," demiş.
Şapat Bey bir de yazı bırakmış ardından :"Sizi ancak böyle adam edebilirdim!" “Yeş mamod, yeş kavod" Yani : "PARAN VARSA, İTİBARIN DA VARDIR."
Teyzeler hikâyeyi dinleyince bir birlerine baktılar. Sonra bana dönerek; “Ee şimdi biz bir banka anahtarı mı yaptıralım evladım.” Deyince bende; “O da olur teyzelerim. Ama önce hayırlı evlatlar yetiştirelim. O daha önemli.” deyiverdim.
Bu vesileyle de Allah herkese hayırlı evlatlar yetiştirmeyi nasip etsin.