Büşra EKİM

Hocam, Zekeriya Hocamızı öncelikle sizden dinleyerek başlamak isterim.

Zeki Baştürk: Dilimizde çok beğendiğim ve çok önemsediğim bir atasözü vardır:

"Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur. " diye. Bilimsel bir açıklaması da vardır bu atasözünün. Bir insanın yetmiş yılda  elde edeceği  kazanımların neredeyse tümünü 0-6 yaş döneminde kazanır.  Okul öncesi eğitim bunun için çok önemlidir.

Sözünü edeceğim kişi Zekeriya BULUT, bu görüşün somut bir örneğidir. Küçük yaşta ailenin sorumluluğunu omuzlarına almış bir çocuk işçi. Ekmek parası kazanırken okuma isteğinden  vazgeçmemiş. Küçücük adımlarıyla tutmuş kentin yolunu. Çıkmış kentin ileri gelenlerinin karşısına. Dimdik, kararlı. İletmiş büyük büyük insanlara okuma isteğini. Azimli bir duruş sergilemiş. Geri çevirmelerine, oyalamalarına  kulak asmamış, pabuç bırakmamış. Yılmamış, yıkılmamış.  Sonunda kavuşmuş dileğine. Yazılmış CILAVUZ KÖY  ENSTİTÜSÜ'ne.

Yazgısı değişmiş burada.  Çok çalışmış, çok çabalamış.  Dört elle sarılmış derslerine. Kendinden önce gelenlerle arayı  kapatmış  önce. Sonra kitaplarla  dost olmuş. Yerli yazarları, klasik yapıtları su içer gibi okumuş. Geliştirmiş kendini. Bir bilge kişi olarak bitirmiş okulunu. Köy çocuklarının yazgısını değiştirmek için öğretmen olarak  düşmüş Anadolu  yollarına.

Okulda öğrencilerini eğitmiş, okul dışında köy insanını.  Anadolu'nun aydınlanması  için emeğini esirgememiş, zorluklar karşısında yılgınlığa düşmemiş. Hem kendini geliştirmiş hem köy çocuklarını ve köy halkını. Yaşamı zorluklar ve mücadeleler içinde geçmiş. Çekilen sıkıntılar , olgunlaştırmış bu bilge insanı.

Bir beyefendi simgesi bu bilge insan. İçten, çıkarsız, yalansız, doğansız  bir kişilik. Büyükle büyük, küçükle küçük olur. Salt büyüklere değil küçüklere de saygı duyar. Vefalıdır, değerbilir bir eğitimcidir.  Üretkendir. Kitaplar yazar, bilgilerini kağıda döker. İyi bir hatiptir. Güzel konuşur, sözcükleriyle insanları aydınlatır. Konuşurken ağzının içine baktırır. Dinlemeye doyamazsınız. Hoşgörülüdür, ince ruhludur. Karıncayı bile incitmekten çekinir. Alçakgönüllüdür. Erdemli bir kişide bulunması gereken tüm erdemleri, tüm özellikleri benliğinde taşır.

En iyisi, bu bilge kişiyi kendi dilinden kendi sözcükleriyle tanıyalım.

Büşra Ekim: Hocam sizi tanıyabilir miyiz?

Zekeriya Bulut: 1930 yılında, Kars ilinin Posof İlçesinin Günya (şimdi Özbaşı oldu) köyünde dünyaya geldim. Yedi kardeşten biriyim. Talihsizlik bu ya, ailemiz çok yoksuldu, hayvancılıkla geçiniyorduk. Toprak kifayetsizdi. İnsanlar Zongulduk'ta kömür ocaklarında çalışıp, öyle geçiniyorlardı.

Köyümüzde eğitim molla eğitimiydi. Öğretmen yoktu. Bir ara köylüden yetişen eğitmenler çıktı. O eğitmen üç yıl okutuyordu köy çocuklarını. Çalışkan, dürüst köylü çocuklarıyla onlar. Askerde de çavuş oldukları için bir eğitime tabi tutulurlardı. Köy çocuklarına temel eğitim veriyorlardı. Çok da faydalı oldular.

Büşra Ekim: Üç yıl sonunda eğitiminize nasıl devam ettiniz peki hocam?

Zekeriya Bulut: Köye eğitmen geldi, üç yıl okudum. Fakat herhalde bir ışık gördü ki okumaya teşvik etti beni hep. "Sen oku oğlum..." derdi bana. Babama da söylerdi bunu, babam ise hafız olmamı isterdi. Uzun süre cami hizmetlerini gördüm. Mevlidleri ben okuyordum parayı, şekeri hoca alıyordu. Bu böyle gitmez dedim. İş başkaldırışım buydu. Üç yıldan sonra başka bir köyde devam ettim. Halamın köyüydü, orada kaldım. 4. ve 5. sınıfları orada bitirdim ve sonra Cılavuz Köy Enstitüsü dönemi başladı benim için.

O sırada köyü bir dolu vurdu! Dolu vurunca çaresiz kaldık. Ben de öğrenci olduğum halde, çalışmaya gurbete çıktık. Para kazanalım ki hayvan ve insan yiyeceğini temin edelim. Hasankale'de Kemerköprü'de çalıştık. Okullar açıldıktan ancak bir ay sonra köyden bir haber geldi ki Mecit Arıcı arkadaşım Cilavuz'u kazanmış. Duyar duymaz hemen eve döndüm. Biraz para aldım. Hemen okul müdürü Nazım Esen'in kapısını çaldım. Yağmurlar başlamış, ayakkabılarım su içinde. Eski Ankara lastiği giyiyorum. Perişan bir haldeyim, başımda şapka değil mendil var...

Müdür, "Yok evladım, kayıtlar bitti. Seneye gel." dedi.

"Efendim, ben vaade inanmam." Annem dedi ki; "Oğlum her kapıyı çal, deveden büyük fil var." "Siz eğer reddederseniz, ben Kars'a gidip valiyle de görüşürüm." dedim.

Şöyle bir baktı bana; "Niye gidiyorsun valiye? O da aynı şeyi söyleyecek. Okullar açıldı, bir ay oldu neredeyse. Zaten geri kaldın yetişemezsin..." dedi.

Mudanya Belediye binasında test ve incelemeler başlatıldı Mudanya Belediye binasında test ve incelemeler başlatıldı

Hemen zile bastı öğrenci başkanını çağırdı. (Enstitüde haftada bir öğrenci başkanı seçerdik. Yönetime ortak olmak, eğitim buydu işte. Bir defa görmek, bin defa duymaktan üstündür. Çünkü insanoğlunun bazı özellikleri vardır. İşitirse unutur, görürse hatırlar, yaparsa öğrenir. Bunu her zaman söylerim. Bizim şiarımız bu.)

Dedi ki başkana, bu çocuğu hemen götür, Ardahan arabalarından birine bindir. Yola çıktık, çocuk beni bekliyor. Arabaya bindirip, yolcu edecek. Araba gelmedi şansıma. Başkana dedim ki; "Ağabey, siz hiç beni beklemeyin. Ben nasılsa binip gideceğim. Gitmesini biliyorum." O gittikten sonra ben hemen Kars'a giden arabaya bindim. O gece Kars'ta handa yattım. Tecrübeli bitler vardır hanlarda. Yabancı adam yakalayınca sabaha kadar paylaşırlar. Hancıya dedim ki ben valiliğe gideceğim. Tarif eder misin? Bana yolu tarif etti çıktım yola.

Binbir güçlükle binaya girebildim. Kapısını çaldım valinin, makamını öyle bir doldurmuş ki... O an hissettim bana faydası dokunacağını.

"Ne var yavrum, sabah sabah hayrola..." dedi merhametli bir şekilde. İçli bir şekilde durumu anlattım valiye. Beni bir süzdü üstüm başım perişan.

- Oğlum, seneye gel yardımcı olurum, dedi.

Dedim, hayır. Annem bana dedi ki; "deveden büyük fil var..." "Ben müdüre gittim kabul etmedi, eğitim şefliğine gittim olmadı. Ben çalışkan bir öğrenciyim, ben o arayı kapatırım dedim."

- "Kendine o kadar mı güveniyorsun" dedi. Evet dedim.

Şöyle bana baktı baktı, tebessüm etti. Ben tebessüm ettiğini görünce tamam dedim içimden. Hemen sümeni kaldırdı bir boş kağıt aldı. Bir mektup yazdı zarfa koydu verdi bana.

"Al yavrum, madem bu kadar arzu ediyorsun. Bunu falanca kişiye götürüp, vereceksin."dedi. Baba gibi bir adamdı! Kapıdaki simitçiden rica ettim mektubu okumasını çünkü eski yazıyla yazmıştı ve bir de param olmadığı halde bir simit istedim;

"Bu çocuğun derhal kaydını yapın ve bana bilgi verin..." yazıyordu kağıtta. Dünyalar benim olmuştu. Simitçinin elini öptüm teşekkür ettim.

Müdüre koşa koşa gittiğimde, o da çok şaşırdı. "Biz senden kurtulamayacağız anlaşılan." dedi ve kaydımın yapılması talimatını verdi.

Köy Enstitüsü Müfredatı

Büşra Ekim: Peki hocam nasıl bir eğitim anlayışı vardı köy enstitülerinin?

Zekeriya Bulut: Haftalık ders saatimiz 48 saatti. 24 saat sınıflarda kültür dersleri, 24 saati de bağda, bahçede, sahada alırdık. Ziraat dersleri daha da önemsenirdi. Neden biliyor musunuz? Çünkü köye gideceksiniz. Sadece fikir değil, işinle, hareketinle örnek olacaksın. Doyurucu bir eğitim anlayışı vardı yani!

Her öğrencinin çantasında bir parça ekmek ve bir klasik olurdu.

Öylesine bir ahenk vardı ki köy enstitülerinde hanımları annelerimiz, erkekleri babalarımız, kardeş gibi kabul ederdik. Kız kardeşlerimizi korur kollardık. Hiçbir hadise yaşanmazdı. Öğrenci başkanı demiştim, o başkan haftalık toplatılarak katılır fikir beyan edirdi. Cumartesi günleri bayram merasiminden sonra ise haftalık rapor okunur, tartışılırdı. Öğrencilerle arkadaş gibi öğretmenlerimiz vardı. Biz aile gibiydik. Cumartesi toplantılarında, yeni başkan seçilir ve o toplantıya herkes katılırdı. Başkan yemeklere bakar, disiplin kuruluna katılırdı. Var mı böyle güzel bir eğitim anlayışı? Cılavuz Köy Enstitüsü ve Kızılçullu eski binalardan ibaretti. Diğer 19 binayı biz köylü çocukları ellerimizle yaptık.

Be o eğitimler sayesinde arıcılık, meyvecilik yapar, toprağı istediğin şekilde işlerim. Ham maddeyi kıvamına getirmeyi bilirim. Okulda kütüphaneye de baktığım için çok okuyordum.

Büşra Ekim: Peki ya öğretmenliğe başlamanız?

Zekeriya Bulut: İlk görev yerim Ağrı oldu. Her gittiğim köye arıcılığı, fidancılığı götürdüm. Kavak ağaçları ektirdim mesela. İlkbaharda hafta sonu çıkar, ağaçları güzelce budardım. Çelikleme yapardım. Köylü öyle memnun kalırdı ki, neredeyse köyün yarısı uğurlardı beni o köyden ayrılırken.

Zeki Baştürk: Her öğretmen köye atanırken onlara bir kitap verilirdi. Köye gidildiğinde yapılacak işler. Önce kendi evinin, okulunun badanasını, bakımını yapacak. Bahçesini güzelleştirecek. Hatta her sınıfa girdiğinde, neler yapacağını A'dan Z'ye yazardı. Daha gitmeden köyü tarihi, coğrafi, nüfusu, üretim araçları bakımından okur, köyü tanıyarak giderdi. Zaten köy çocuğu, bir de bilgili bir şekilde gidince anlayabiliyor ortamı. Bir defa problemler ortak değil mi hocam?

Zekeriya Bulut: Evet Zeki Hocam. Mükemmel bir işleyişti.

Öğretmen korkuyu yenen, ufuk açan insandır. Hasan Ali Yücel'in perdeleri sonuna kadar açması ufkumuzu öyle bir açtı ki... Ah.. Ah...

Ben gençliğimde çok faaldim. Fakat Zeki Bey'i tanıdıktan sonra oh oh oh... İki kişiyi rehber olarak aldım biri Zeki Baştürk, biri Nadir Gezer. Nadir Bey'i kaybettik maalesef çok çok üzgünüm. Yıktı beni Nadir Hocayı kaybetmek. Dünyam başıma yıkıldı.

Nadir Bey ile üniversitelerde konferanslara katılmıştık hep.

 

Zekeriya Bulut Kitapları

"Yaşamak Sorumluluktur"

"Öğretmen Tanımalı ve Tanınmalıdır"

"Bizim Gelenekler"

...

Başta Zeki Baştürk'e, böylesi değerli bir buluşmaya zemin hazırladığı için,

Zekeriya Hocama, nezaketi ve sohbeti için minnettarım.

Ve Hasan Ali Yücel...

Ve İsmail Hakkı Tonguç...

Aydınlık ruhlarına saygıyla!

 

Ben bu ülkede en çok, bir köy enstitüsü öğrencisi olmak isterdim.