Bu sayfa Bursa İl Müftülüğü tarafından hazırlanmıştır.
Haber Giriş Tarihi: 07.04.2023 11:31
Haber Güncellenme Tarihi: 07.04.2023 11:31
Kaynak:
Haber Merkezi
Haberyazilimi.com
Abdulmunim EREMKERE
Bursa Müftülüğü İl Vaizi
Kur’an-ı Kerim’in inşa ve ihya edici temel kavramlarından biri olan takva klasik İslâm literatüründe çoğunlukla Allah’tan korkma, Allah’tan sakınma, onun azabından çekinme şeklinde bir anlam alanına hapsedilmiştir. Oysa insan kendisine Allah tarafından verilmiş bir yetenek olarak şeyleri adlandırma, bilgiyi elde etme ve kavrama, bu bilgiyle yeni şeyleri icat etme, hayatı şekillendirme kapasitesine sahiptir. Bu yaratıcı kapasite insana daha başkaca şeyler yanında öncelikle “kendini bilme ve sınırlarını hiçbir şekilde aşmama yükümlülüğü”nü getirir. Bu yükümlülük bilincinin Kur’an terminolojisindeki karşılığı kesinlikle takvâdır.
Takvâ; ilahi ölçülere bağlanmak suretiyle hayata geçirebileceği “dengeli eylem ve yaşayışın unsurları”nı keşfetmek için vermekle yükümlü olduğu mücadeleyi bütün boyutlarıyla yansıtan Kur’anî bir kavramdır. Takvâ bir “bilinçlilik ve sorumlu eylemlilik”tir. Takvâyı tanımlarken Kur’an’ın diğer hiçbir kavramını göz ardı etme hakkına sahip değiliz. Zira takvâ kavramının ceht ve cihat (gayret ve çaba) kavramıyla yakın ilişkisi olduğu gibi sabır, merhamet, adalet, hakkaniyet, liyakat, ehliyet vb. kavramlarla da çok ama çok yakın ilişkisi vardır. Zira takvâ, İslâmî yaşam sürecinin tam da göbeğinde yer alır. Yani ister dini yaşamdan söz edelim ister seküler bir yaşamdan söz edelim, dinin bu yaşamın merkezine yerleştirdiği ve üzerine bir hayat inşa ettiği temel kavram takvâdır.
Takvânın zıddı fücûrdur. Fücûr ise; yarmak bir şeyi yarıp açmaktır. Dindarlık perdesini yırtmak, insanlık perdesini yırtmak, fütursuzca, pervasızca günaha dalmak, Haktan batıla sapmak, sorumsuzca davranmak demektir. Fücûr öfke ve şehvet gücünün ileri dereceye varması, sorumluluk bilincini emreden aklın devre dışı bırakılması, şehvetin insanı ahlak ilkelerini çiğnemeye sevk etmesidir.
Hz.Ebubekir(r.a)’e atfedilen bir sözde o şöyle der: Bir çeşit harama düşeriz korkusuyla yetmiş çeşit helali terk eyledik. İşte bu söz, emredilen ve nehyedilen bütün dini ve dünyevi hükümleri teferruatı ve incelikleri ile yerine getirip tatbik etmeyi gerektiren bir özellik olarak, hayırlı ve övgüye değer amellere sarılmayı mümkün kılan sorumluluk bilincidir. Bu sorumluluk bilinci; aklının, gücünün, inancının sınırlarını bilerek, bu sınırların içinde kalarak her şey ve herkes için özgür iradesiyle elinden geleni yapmaktır. Mü’min olmanın sorumluluk alanı geniştir. Mü’min hem yaptıklarından sorumludur hem yapmadıklarından. Dünyasından da sorumludur ahiretinden de. Maddiyatından da sorumludur maneviyatından da. Kendisinden de sorumludur ailesinden ve toplumundan da. Evlatlarından da sorumludur yetim ve yoksullardan da. Hayvanlardan da sorumludur bitkilerden de.
Takvâda korku anlamını elbette ki yok sayamayız. Takvâ, tabanında sevgi olan sorumluluk bilincinin zirvesidir. Müttaki; sevdiği yaratıcısının azabından daha ziyade, sevdiği yaratıcısının sevgisini kaybetme korkusuyla yaşar. Sevdiğine karşı sorumluluk hissetmeyenler sevmiş sayılmazlar. Zira sevgi iddiasının ispatı, sorumluluklarını yerine getirmektir. “Allah katında en kerim (değerli-üstün) olanınız sorumluluklarının en çok farkında olanınızdır.” (Hucurât, 49/13) “... Allah’a ulaşacak olan ancak sizin O’nun (sevgisiyle) yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadetinizdir.” (Hac, 22/37)
ADALET (Özgün Yazı)
Büşra SÜSLÜ
Kur’an Kursu Öğreticisi
Mü’minlerin taşıması gereken belki de en önemli vasıflardan biri adalettir. Adalet, hak ve hukuku gözetmek, herkesin hakkını korumak ve doğruluktan ayrılmamaktır. Arapça bir kelime olan adalet, a-d-l kökünden müştaktır. Çok asil bir meziyet olan adalet, insan olmanın şânına pek yakışır Her kimde bu sıfat varsa o kişi hem Hakk’ın hem de halkın nezdinde yücelir. Şüphesiz her güzel vasıf gibi adalet de Kur’an ve sünnette biz Müslümanlara emredilmiştir. Adaletin hayatımızın her alanında hâkim olması gerektiği vurgulanmış ve Müslümanlar adil olmaya teşvik edilmiştir. Sanki zihinlerimizde adaletin yalnızca devlet yetkilileri veyahut işverenler için gerekli olduğuna dair bir algı var Halbuki şu hadis-i şerife bakınca meselenin hiç de öyle olmadığını anlıyoruz. Hâcib bin Mufaddal bin Mühelleb’in (radıyallahu anh), babasından naklettiğine göre o, Nu’mân bin Beşîr’i Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle naklederken işitmiştir:
“Çocuklarınız arasında adaletli davranın, çocuklarınız arasında adaletli davranın!” (Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre), 83) Mezkûr rivayetten de anlıyoruz ki, aslında adalet ailede başlıyor ve hayatımızın her ânını kuşatıyor. Her meselenin dönüp dolaşıp aileye gelmesi gibi adalet de ilk olarak aile kurumunda öğreniliyor. Çocuk en başta anne ve babasının kardeşleriyle onun arasında hakka riayet etmedeki hassasiyetini görüyor. Zira Efendimiz, çocuklarınızı öperken, severken dahî adaletli olun, buyuruyor. Ne kadar ince bir ikaz. Belki haklarımızdan ferâgat edebileceğimiz en samimi ortam ailemizdir. Lakin burada bile adalet ciddiyetle emrediliyor. Sanırım adaletin ehemmiyetini anlamamız için yeterli bir ikaz. Ne mutlu anlayanlara! Bu değeri ailede uygulamaz, çocuklarımıza öğretmezsek sonradan kazandırmak oldukça güç olacaktır. Belki de Müslümanların bu vasıfla süslenememesinin en temel sebeplerinden biri budur… Evet, adalet denilince Hz. Ömer Efendimizi anmadan olmaz. Rabbim kendisinden razı olsun. Ruhları için el-Fâtiha!
EBÛ ZER EL-GIFÂRÎ (Sahabe Hatıraları Kitabından)
Biz O’nu yalnız sahabî olarak tanıyoruz. Ebû Zer el-Gıfârî hazretleri bir peygamberin geleceğinden emin, insanların içine düştüğü şirk çukurunun farkında ve bundan çok rahatsız bir durumda idi. Basiret sahibi sahabî efendimizin İslam ile şereflenmesi şöyle olmuştur. Henüz ilk vahyin geldiği günlerdir ve bu yeni dinin haberini alan Ebû Zer el- Gıfârî, vakit kaybetmeden araştırıp incelemeye başlar. Önce kardeşi Uneys'i Mekke'ye gönderdir. Getirdiği bilgilerle doymaz, kendisi yola koyulur. Onun Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem ile buluşmasını İbni Abbas (r.a) bizzat kendisinden şöyle naklediyor:
"Ben Gıfar kabilesinden bir kimse idim. Mekke'de yeni bir peygamberin çıktığına dair haber aldım. Kardeşim Uneys'i onun hakkında bilgi edinmesi için gönderdim. Dönüp geldiğinde: "Bir kişi gördüm ki, o hep insanlara hayrı emrediyor, kötülüklerden nehyediyor"dedi.
Gönlüm bizzat O’nu görmeyi istedi ve Mekke ye, Mescid-i Haram'a geldim. Resûlullah'ı (s.a.) tanımıyor, başkasına da soramıyordum. Gece oldu, mescitten ayrılmıyordum. Ali bin Ebi Talib yanıma geldi ve şu adam gariptir, yabancıdır sanırım, dedi. Ben de: "Evet, garibim" dedim. Ali: "Öyleyse bize buyur" dedi. Ali ile beraber gittim. O gece seyahatime dair ne o bana bir şey sordu ne de ben ona bir şey söyledim. Sabah olunca tekrar mescide gittim. İkinci gece oldu. Yine Ali yanıma geldi. Haydi bize gidelim, dedi. Gittik, o gece de bir şey konuşmadık. Üçüncü gece Ali bin Ebi Talib bana. Senin halin nedir? Bu şehre niçin geldin? diye sordu. Ben de Mahrem tutacağına ve aradığıma götüreceğine söz verirsen anlatırım, dedim Ali: Emin olabilirsin dedi. Ben de: Duyduğumuza göre burada bir kişi çıkmış, "Peygamberim" dermiş. Onunla görüşmek, tanışmak için geldim, deyince Ali. Vallahi gerçekten o Allah'ın Resûlü ve hak Peygamberdir, sabahleyin ben yanına gideceğim sen de peşimden gel dedi. Sabah olunca Ali (r.a.), Nereye gidersem beni takip et. Şayet yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem bir kenara çekilir dururum, sen durma git. Ben nereye girersem sen de oraya gir, dedi. Beraberce Resûlullah sallallahü aleyhi vesellemin huzuruna vardık. Onu göresiye "Esselamu aleyke ya Resûlallah!" dedim. Aklım, gönlüm onun nuruyla doluverdi. İçim ışıyıverdi. Sorguya suale hacet kalmadan hemen kelime-i şahadet getirdim ve teslim oldum. Elhamdülillah… Nasıl güzel anlar.
Peki, Ebû Zer el-Gıfârî’yi neden yalnız sahabî olarak tanıyoruz? Rivayetlerde nakledilen bilgilere göre, Ebu Zer (r.a.) Tebük seferine katılmış, ancak devesi zayıf olduğu için geride kalmıştı. Resul-i Ekrem'e (s.a.) yetişmek için eşyalarını arkasına alıp yürümeğe başlamıştı. Ebu Zer'in (r.a.) bu halini gören Efendimiz (s.a.) "Allah Ebu Zer'e rahmet etsin. O yalnız gezer, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur." buyurmuşlardır.
O, dünyaya hiç değer vermemiş, evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmayıp, hep fakirlere dağıtmıştır. Son derece zahidane yaşamıştır. Biraz da bu zahidane hali, dünyada bir yolcu gibi oluşu O’nun böyle anılmasına sebep olmuştur. Aslına bakarsak hepimiz yalnız değil miyiz? Bu cihâna yalnız geldik, yalnız da gitmeyecek miyiz? Ne anamız ne babamız ne eşimiz ne evladımız ne de malımız bizimle gelecek. Hem de yalnızlık insanı gerçek dosta yakınlaştırmaz mı? Gönlümüzün ağyar sevdalara düşmesine mâni olmaz mı? Ne güzel şeymiş bu yalnızlık dediğinizi duyar gibiyim. Elbette Hazreti Ebû Zer’in hayatı bizim zikrettiklerimizle sınırlı değildir. Bu mübarek zâtın hayatını güzelce öğrenmeye ne dersiniz?
Âyine -Hikmet Aynasından Yansımalar- Lamia Levent Abul (Kitap Alıntı)
Ey Salik! Nefsin kötü arzularının kuşattığı kalbin, iyilik ve güzelliklerin yansıdığı bir ayna olması ve ihya edilmesi için nefsin tezkiyesine ve kalbin tasfiyesine ihtiyaç vardır. Nefis tezkiyesi öncelikle hata ve günahlarını fark etmek ve onlardan nadim olup tövbe etmektir. Sonra nefsinde bulunan her türlü kötü ahlakı terk etmektir. Öfke, hırs, haset, riya, nefret gibi nefisten kaynaklanan kötülüklerle mücadeleye girişmektir. Sufilerin seyrusülûk dedikleri bu nefis terbiyesi çeşitli riyazet ve mücahedeler sonucunda gerçekleşir. Nefs-i emmareden nefs-i levvameye, nefs-i mülhimeden nefs-i mutmainneye kadar türlü basamaklardan geçerek Cenab-ı Hakk'ın rızasına ermeye çalışır. Nefis terbiyesinde kötülüklerin tezkiyesi kadar nefsin güzel ahlakla tezyin edilmesi de elzemdir. Böylece kötülüğü emreden nefis, terbiye edilip temizlenerek Rabb'inin ilhamlarını almaya ehil hale gelir.
YUNUS EMRE DİVAN
Dürlü dürlü ‘imâret köşk ü sarây yapan ol
Kara nikâb dutunmış girmiş külhân içinde
Türlü türlü imaret, köşk ve saray yapan o, Kara nikap tutunmuş, girmiş külhan içinde.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Dengeli yaşam bilinci: Takvâ
Bu sayfa Bursa İl Müftülüğü tarafından hazırlanmıştır.
Abdulmunim EREMKERE
Bursa Müftülüğü İl Vaizi
Kur’an-ı Kerim’in inşa ve ihya edici temel kavramlarından biri olan takva klasik İslâm literatüründe çoğunlukla Allah’tan korkma, Allah’tan sakınma, onun azabından çekinme şeklinde bir anlam alanına hapsedilmiştir. Oysa insan kendisine Allah tarafından verilmiş bir yetenek olarak şeyleri adlandırma, bilgiyi elde etme ve kavrama, bu bilgiyle yeni şeyleri icat etme, hayatı şekillendirme kapasitesine sahiptir. Bu yaratıcı kapasite insana daha başkaca şeyler yanında öncelikle “kendini bilme ve sınırlarını hiçbir şekilde aşmama yükümlülüğü”nü getirir. Bu yükümlülük bilincinin Kur’an terminolojisindeki karşılığı kesinlikle takvâdır.
Takvâ; ilahi ölçülere bağlanmak suretiyle hayata geçirebileceği “dengeli eylem ve yaşayışın unsurları”nı keşfetmek için vermekle yükümlü olduğu mücadeleyi bütün boyutlarıyla yansıtan Kur’anî bir kavramdır. Takvâ bir “bilinçlilik ve sorumlu eylemlilik”tir. Takvâyı tanımlarken Kur’an’ın diğer hiçbir kavramını göz ardı etme hakkına sahip değiliz. Zira takvâ kavramının ceht ve cihat (gayret ve çaba) kavramıyla yakın ilişkisi olduğu gibi sabır, merhamet, adalet, hakkaniyet, liyakat, ehliyet vb. kavramlarla da çok ama çok yakın ilişkisi vardır. Zira takvâ, İslâmî yaşam sürecinin tam da göbeğinde yer alır. Yani ister dini yaşamdan söz edelim ister seküler bir yaşamdan söz edelim, dinin bu yaşamın merkezine yerleştirdiği ve üzerine bir hayat inşa ettiği temel kavram takvâdır.
Takvânın zıddı fücûrdur. Fücûr ise; yarmak bir şeyi yarıp açmaktır. Dindarlık perdesini yırtmak, insanlık perdesini yırtmak, fütursuzca, pervasızca günaha dalmak, Haktan batıla sapmak, sorumsuzca davranmak demektir. Fücûr öfke ve şehvet gücünün ileri dereceye varması, sorumluluk bilincini emreden aklın devre dışı bırakılması, şehvetin insanı ahlak ilkelerini çiğnemeye sevk etmesidir.
Hz.Ebubekir(r.a)’e atfedilen bir sözde o şöyle der: Bir çeşit harama düşeriz korkusuyla yetmiş çeşit helali terk eyledik. İşte bu söz, emredilen ve nehyedilen bütün dini ve dünyevi hükümleri teferruatı ve incelikleri ile yerine getirip tatbik etmeyi gerektiren bir özellik olarak, hayırlı ve övgüye değer amellere sarılmayı mümkün kılan sorumluluk bilincidir. Bu sorumluluk bilinci; aklının, gücünün, inancının sınırlarını bilerek, bu sınırların içinde kalarak her şey ve herkes için özgür iradesiyle elinden geleni yapmaktır. Mü’min olmanın sorumluluk alanı geniştir. Mü’min hem yaptıklarından sorumludur hem yapmadıklarından. Dünyasından da sorumludur ahiretinden de. Maddiyatından da sorumludur maneviyatından da. Kendisinden de sorumludur ailesinden ve toplumundan da. Evlatlarından da sorumludur yetim ve yoksullardan da. Hayvanlardan da sorumludur bitkilerden de.
Takvâda korku anlamını elbette ki yok sayamayız. Takvâ, tabanında sevgi olan sorumluluk bilincinin zirvesidir. Müttaki; sevdiği yaratıcısının azabından daha ziyade, sevdiği yaratıcısının sevgisini kaybetme korkusuyla yaşar. Sevdiğine karşı sorumluluk hissetmeyenler sevmiş sayılmazlar. Zira sevgi iddiasının ispatı, sorumluluklarını yerine getirmektir. “Allah katında en kerim (değerli-üstün) olanınız sorumluluklarının en çok farkında olanınızdır.” (Hucurât, 49/13) “... Allah’a ulaşacak olan ancak sizin O’nun (sevgisiyle) yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadetinizdir.” (Hac, 22/37)
Büşra SÜSLÜ
Kur’an Kursu Öğreticisi
Mü’minlerin taşıması gereken belki de en önemli vasıflardan biri adalettir. Adalet, hak ve hukuku gözetmek, herkesin hakkını korumak ve doğruluktan ayrılmamaktır. Arapça bir kelime olan adalet, a-d-l kökünden müştaktır. Çok asil bir meziyet olan adalet, insan olmanın şânına pek yakışır Her kimde bu sıfat varsa o kişi hem Hakk’ın hem de halkın nezdinde yücelir. Şüphesiz her güzel vasıf gibi adalet de Kur’an ve sünnette biz Müslümanlara emredilmiştir. Adaletin hayatımızın her alanında hâkim olması gerektiği vurgulanmış ve Müslümanlar adil olmaya teşvik edilmiştir. Sanki zihinlerimizde adaletin yalnızca devlet yetkilileri veyahut işverenler için gerekli olduğuna dair bir algı var Halbuki şu hadis-i şerife bakınca meselenin hiç de öyle olmadığını anlıyoruz. Hâcib bin Mufaddal bin Mühelleb’in (radıyallahu anh), babasından naklettiğine göre o, Nu’mân bin Beşîr’i Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle naklederken işitmiştir:
“Çocuklarınız arasında adaletli davranın, çocuklarınız arasında adaletli davranın!” (Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre), 83) Mezkûr rivayetten de anlıyoruz ki, aslında adalet ailede başlıyor ve hayatımızın her ânını kuşatıyor. Her meselenin dönüp dolaşıp aileye gelmesi gibi adalet de ilk olarak aile kurumunda öğreniliyor. Çocuk en başta anne ve babasının kardeşleriyle onun arasında hakka riayet etmedeki hassasiyetini görüyor. Zira Efendimiz, çocuklarınızı öperken, severken dahî adaletli olun, buyuruyor. Ne kadar ince bir ikaz. Belki haklarımızdan ferâgat edebileceğimiz en samimi ortam ailemizdir. Lakin burada bile adalet ciddiyetle emrediliyor. Sanırım adaletin ehemmiyetini anlamamız için yeterli bir ikaz. Ne mutlu anlayanlara! Bu değeri ailede uygulamaz, çocuklarımıza öğretmezsek sonradan kazandırmak oldukça güç olacaktır. Belki de Müslümanların bu vasıfla süslenememesinin en temel sebeplerinden biri budur… Evet, adalet denilince Hz. Ömer Efendimizi anmadan olmaz. Rabbim kendisinden razı olsun. Ruhları için el-Fâtiha!
EBÛ ZER EL-GIFÂRÎ (Sahabe Hatıraları Kitabından)
Biz O’nu yalnız sahabî olarak tanıyoruz. Ebû Zer el-Gıfârî hazretleri bir peygamberin geleceğinden emin, insanların içine düştüğü şirk çukurunun farkında ve bundan çok rahatsız bir durumda idi. Basiret sahibi sahabî efendimizin İslam ile şereflenmesi şöyle olmuştur. Henüz ilk vahyin geldiği günlerdir ve bu yeni dinin haberini alan Ebû Zer el- Gıfârî, vakit kaybetmeden araştırıp incelemeye başlar. Önce kardeşi Uneys'i Mekke'ye gönderdir. Getirdiği bilgilerle doymaz, kendisi yola koyulur. Onun Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem ile buluşmasını İbni Abbas (r.a) bizzat kendisinden şöyle naklediyor:
"Ben Gıfar kabilesinden bir kimse idim. Mekke'de yeni bir peygamberin çıktığına dair haber aldım. Kardeşim Uneys'i onun hakkında bilgi edinmesi için gönderdim. Dönüp geldiğinde: "Bir kişi gördüm ki, o hep insanlara hayrı emrediyor, kötülüklerden nehyediyor"dedi.
Gönlüm bizzat O’nu görmeyi istedi ve Mekke ye, Mescid-i Haram'a geldim. Resûlullah'ı (s.a.) tanımıyor, başkasına da soramıyordum. Gece oldu, mescitten ayrılmıyordum. Ali bin Ebi Talib yanıma geldi ve şu adam gariptir, yabancıdır sanırım, dedi. Ben de: "Evet, garibim" dedim. Ali: "Öyleyse bize buyur" dedi. Ali ile beraber gittim. O gece seyahatime dair ne o bana bir şey sordu ne de ben ona bir şey söyledim. Sabah olunca tekrar mescide gittim. İkinci gece oldu. Yine Ali yanıma geldi. Haydi bize gidelim, dedi. Gittik, o gece de bir şey konuşmadık. Üçüncü gece Ali bin Ebi Talib bana. Senin halin nedir? Bu şehre niçin geldin? diye sordu. Ben de Mahrem tutacağına ve aradığıma götüreceğine söz verirsen anlatırım, dedim Ali: Emin olabilirsin dedi. Ben de: Duyduğumuza göre burada bir kişi çıkmış, "Peygamberim" dermiş. Onunla görüşmek, tanışmak için geldim, deyince Ali. Vallahi gerçekten o Allah'ın Resûlü ve hak Peygamberdir, sabahleyin ben yanına gideceğim sen de peşimden gel dedi. Sabah olunca Ali (r.a.), Nereye gidersem beni takip et. Şayet yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem bir kenara çekilir dururum, sen durma git. Ben nereye girersem sen de oraya gir, dedi. Beraberce Resûlullah sallallahü aleyhi vesellemin huzuruna vardık. Onu göresiye "Esselamu aleyke ya Resûlallah!" dedim. Aklım, gönlüm onun nuruyla doluverdi. İçim ışıyıverdi. Sorguya suale hacet kalmadan hemen kelime-i şahadet getirdim ve teslim oldum. Elhamdülillah… Nasıl güzel anlar.
Peki, Ebû Zer el-Gıfârî’yi neden yalnız sahabî olarak tanıyoruz? Rivayetlerde nakledilen bilgilere göre, Ebu Zer (r.a.) Tebük seferine katılmış, ancak devesi zayıf olduğu için geride kalmıştı. Resul-i Ekrem'e (s.a.) yetişmek için eşyalarını arkasına alıp yürümeğe başlamıştı. Ebu Zer'in (r.a.) bu halini gören Efendimiz (s.a.) "Allah Ebu Zer'e rahmet etsin. O yalnız gezer, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur." buyurmuşlardır.
O, dünyaya hiç değer vermemiş, evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmayıp, hep fakirlere dağıtmıştır. Son derece zahidane yaşamıştır. Biraz da bu zahidane hali, dünyada bir yolcu gibi oluşu O’nun böyle anılmasına sebep olmuştur. Aslına bakarsak hepimiz yalnız değil miyiz? Bu cihâna yalnız geldik, yalnız da gitmeyecek miyiz? Ne anamız ne babamız ne eşimiz ne evladımız ne de malımız bizimle gelecek. Hem de yalnızlık insanı gerçek dosta yakınlaştırmaz mı? Gönlümüzün ağyar sevdalara düşmesine mâni olmaz mı? Ne güzel şeymiş bu yalnızlık dediğinizi duyar gibiyim. Elbette Hazreti Ebû Zer’in hayatı bizim zikrettiklerimizle sınırlı değildir. Bu mübarek zâtın hayatını güzelce öğrenmeye ne dersiniz?
Ey Salik! Nefsin kötü arzularının kuşattığı kalbin, iyilik ve güzelliklerin yansıdığı bir ayna olması ve ihya edilmesi için nefsin tezkiyesine ve kalbin tasfiyesine ihtiyaç vardır. Nefis tezkiyesi öncelikle hata ve günahlarını fark etmek ve onlardan nadim olup tövbe etmektir. Sonra nefsinde bulunan her türlü kötü ahlakı terk etmektir. Öfke, hırs, haset, riya, nefret gibi nefisten kaynaklanan kötülüklerle mücadeleye girişmektir. Sufilerin seyrusülûk dedikleri bu nefis terbiyesi çeşitli riyazet ve mücahedeler sonucunda gerçekleşir. Nefs-i emmareden nefs-i levvameye, nefs-i mülhimeden nefs-i mutmainneye kadar türlü basamaklardan geçerek Cenab-ı Hakk'ın rızasına ermeye çalışır. Nefis terbiyesinde kötülüklerin tezkiyesi kadar nefsin güzel ahlakla tezyin edilmesi de elzemdir. Böylece kötülüğü emreden nefis, terbiye edilip temizlenerek Rabb'inin ilhamlarını almaya ehil hale gelir.
Dürlü dürlü ‘imâret köşk ü sarây yapan ol
Kara nikâb dutunmış girmiş külhân içinde
Türlü türlü imaret, köşk ve saray yapan o,
Kara nikap tutunmuş, girmiş külhan içinde.
En Çok Okunan Haberler