Hem kitapları hem de kitaplarından uyarlanan dizileri ile herkesin gündeminde en az bir kez yer edinmiş bir isim var bu sıralar ekranlarda; Gülseren Budayıcıoğlu.

Gülseren Budayıcıoğlu uzun yıllardır kendi kliniğinde, psikiyatrist olarak hastaları ile bir araya geliyor. Bu bir araya gelişlerden, farklı olan ya da yazmak istediği yaşam hikayelerini hastalarını deşifre etmeyecek bir şekilde kamufle haline getirip kitaplaştırmış. İlk kitabı olan “Madalyonun İçi” 2004 yılında basılmış. Yazarın gündeme gelişi ise 2019 Mart ayında yayınlanan “Camdaki Kız” kitabı ile olmuş.

Yazı dili ve anlattığı hikayeler gerçekten de hem okunası hem de heyecan duyulup yer yer şaşılacak yer yer de hayatı anlamaya yardımcı olacak hikayeler. Ama bu denli geç keşfedilmesi, keşfedildikten sonra da bir çok hikayesinin dizi haline gelmesi sizce neden?

Çünkü herkesin hem kendi insanlığını hem de insanlığı sorguladığı, sadece sosyal medyada ve fotoğraflarda neşe,renk,insanlık,dostluk,sevgi kavramlarının olduğu bir dünya oluşturduk kendimize ve evet bunu biz yaptık.

Budayıcıoğlu’nun kitapları psikoanaliz ve hikayeleri üzerine, içinde bulunduğumuz duygu durumuyla bu hikaye ve dizilere olan rağbetin bir bağlantısı olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Artık her birimiz farkındayız hayatın yaz dizilerinden ibaret olmadığının, hayatın o kadar kolay olmadığının, hayatın bir mesajı olduğunun hepimiz farkındayız.

 İşte bu hikayeler ile yalnızlığımızı ve sapkınlığımızı unutmaya çalışıyoruz aslında, üzüldüğümüz küçücük sorunlara bazı insanların imrenecek kadar zor hayatları olduğunu görüyoruz,herkesin bir hayatı olduğunu görüyoruz,herkesin bir sınavı olduğunu...

Bunu dizilerden dahi olsun görebilmek bizleri rahatlatıyor, insanları ağlarken, zorlanırken, çabalarken görmek, yalnız olmadığımızı hissettiriyor.

Ne kadar da acınası bir hal.

Sığınacak liman olmuş “gerçek hayattan uyarlanan” diziler.

Çünkü en yakınımız dediğimiz çevremizdekiler dahi mutlu taklidi yapıyorlar ya da yaşadıklarını anlatmıyorlar çünkü anlamak da anlatmak da zor geliyor.

Diziyi izlerken, özellikle her dizinin oluşturduğu etki gibi psikiyatri ve psikoloji mesleklerine ilgi arttı. İnsanlar çok sevdiler böylesine hikayeler dinlemeyi, çok havalı geldi kimine de bu meslek, oysa her birimize bahşedilmiş bu meslek yaratıcı tarafından…

Her birimizin dinlemek için iki kulağı konuşmak için bir dili ve sevmek için bir yüreği var. Zannetmeyin ki “ben konuşmayı beceremem ki” “ben dertleşmeyi bilmem ki”lerin bir anlamı olsun. İnsan sadece bir insan arar onu verdiği mücadelede destekleyecek. Biraz olsun destekleyecek.

Anlamak zor olsa da, anlamaya çalışmak değil.

Hem kitapta hem de dizide yer alan bir karakter var;Alya.

Karakteri, doktor ilk gördüğünde davranışlarından kaynaklı pek sevemiyor zaten kimse de sevmemiş bu zamana kadar Alya’yı, hiç kimsesi olmamış. İzleyenler ve okuyanlar hikayesini bilirler Alya’nın.

Zamanla Alya’yı tanıyoruz ve hem doktor hem de izleyici çok seviyor karakteri.

Dizi kritiği yapılırken, “ Ah Alya keşke ekrandan içeri girip sana sarılabilsem” “Alya’nın küçüklüğünde keşke yanında olabilseydim” “Alya seni çok sevdik” “Alya arkadaşım ol bak seni nasıl da el üstünde tutacağım”.....lar başlıyor.

Hikayesini öğrenince seviyoruz insanları ama oraya kadar gelemiyoruz, gelmek istemiyoruz.

Çevremizde öyle çok Alya var ki, ama biz o kadar merek etmiyoruz ki hikayelerini, yaşadıklarını, davranışlarının nedenlerini…

O kadar…

Çevremizin psikoloğu olabiliriz biz de, öyle dinlenesi öyle inanılmaz hikayeler var ki…

Dinlemek isteyelim

Sevmek isteyelim

Anlamak isteyelim

Yeter ki..