Her pazar olduğu gibi bugün de sizlere kıssadan hisse çıkaracak bir hikâye aktaracağım.

Keyifle okumanız dileğiyle…

Beş vakit camiye gelir, farza durur, imam selâm verir vermez, son sünneti kılmadan, tesbih çekmeye kalmadan hemen camiden çıkar giderdi.

Bir, iki, üç ay derken bu altı ay kadar devam etti.

Bu adam neden sünneti kılmıyordu, üstelik cemaatle birlikte tesbihe ve duaya da kalmıyordu? Kimdi bu adam, neden böyle yapıyordu?

İmam bu adam hakkında pek de iyi düşünmüyordu. Bir sebebi varsa da öğrenmeliydi. Belki yardımı olurdu. Sonunda bir namaz vakti görevi müezzine bıraktı, kendisi arkada cemaate katılarak farzı kıldı.

Maksadı bu adamı camiden çıkmadan önce yakalamak ve bir şekilde böyle davranmasının sebebini sormaktı.

Adam yine tam vaktinde camiye geldi, cemaatle farzı eda etti, imam selâm verir vermez de her zaman olduğu gibi hemen kapıya yöneldi. Tam çıkacakken peşinden yetişti imam ve durdurdu:

‘Allah kabul etsin kardeşim’ dedikten sonra merakını dile getirdi. Aylardır merak ediyorum. Geliyorsun, farzı cemaatle kılıyorsun, son sünneti kılmaya kalmadan ve tesbih çekmeden, duaya katılmadan aceleyle çıkıp gidiyorsun. Sizce bir sakıncası yoksa sebebini öğrenebilir miyim?

Adam düşünceliydi. Dertli olduğu, bir sıkıntı içinde kıvrandığı bakışlarından, yüz hatlarından belliydi.

İmam efendiye derdini anlatmaya başladı:

Hocam, evde hasta bir hanımım var, felçli, on üç yıldır, ne ayağa kalkabiliyor, ne kendi işini görebiliyor, ne de konuşabiliyor. Çocuklarımız da olmadı, başka kimsemiz de yok. Bütün ihtiyaçlarını ben görüyorum. Ben yedirip içiriyorum. Ezan okunur okunmaz da hemen camiye koşuyorum, hanımın bir ihtiyacı olur diye farzı kılar kılmaz çabucak kalkıyorum, eve dönüyorum.

Mahcup olmuştu imam. Sadece teşekkür etmekle yetindi.

-Hocam, isterseniz eve buyurun, bir çayımızı, kahvemizi içersiniz.

-İnşallah müsait bir günde geliriz dedi.

İmam bir gün kalktı, müezzinle birlikte hasta ziyaretine gittiler. Yılların ıstırabı sonucu kadıncağız erimiş, küçülmüş, bir yumak olmuştu. Sessiz sedasız yatıyor, sadece gözleri parlıyordu.

Sohbet esnasında evin sahibi bir sırrını paylaştı misafirlerle:

-Bir evim, bir de dükkanım var. Kimsemiz de yok. Düşündüm, taşındım, ben ölürsem bu kadına kim bakar? Aklıma bir çare geldi. Tapu dairesine gittim, evi de, dükkanı da hanımın üzerine tapu ettirdim. Ben öldükten sonra birisi çıkar da, evin ve dükkânın kendisine kalacağı düşüncesiyle belki bu kadına bakar. Ne dersiniz doğru yapmış mıyım?

Bu sefer hayreti bir kat daha arttı. Takdir duygularını dile getirmekten başka bir şey yapamadı.

Hayatta ne insanlar vardı, Allah'ın ne güzel kulları yaşıyordu? Ne müthiş bir aileydi bu? Aralarındaki nasıl bir aşktı, nasıl bir sevgiydi? Hayır, hayır bu aşk falan değildi, bütünüyle bir şefkatti, hiçbir dünyevî karşılık beklemeden yapılan bir insanlıktı.

Aradan fazla bir zaman geçmedi. Komşulardan birisi acı bir haberle camiye geldi:

-Hocam, sizlere ömür hacı amcayı kaybettik. Bir cenaze salası verir misiniz?

Şimdi üzülme sırası kendisine geldi. Hacı efendi Allah'ın rahmetine kavuştu ama bu felçli kadın ne yapacaktı? ona kim bakacaktı? Bir hayır sahibi çıkar mıydı acaba? En azından geride kalan eve ve dükkâna sahip olmak için birisi bulunur muydu?

Bu düşüncelerle gitti, salayı okudu. Namaz saatini bekliyordu. Yarım saat sonra bir haber daha geldi.

-Hocam, hacı amcanın hanımı da rahmetli oldu.

Gitti, ikinci salayı da verdi. Allah'ın iki sevgili kulu mübarek bir günde birlikte yolculuğa çıkmışlardı.

Dünyada beraberlerdi, hayatları aynı yastıkta geçmişti. Biri gidince, geride kalan da dayanamadı ayrılığa, o da peşinden yola çıktı. Aynı âlemde tekrar buluşup kavuştular.

Bazı hikâyeler bizlere örnek bazıları ise ibrettir.