Türkiye tarihinin en karanlık günlerinden birisi: 12 Eylül 1980. Eylül ayı girer girmez başlar yüreklerdeki 12 Eylül acısı. Ardından bir bir sıralanır zulmetli kelimeler; darbe, işkence, idam, istismar, mağduriyet, fişlenme, ölüm… 

Tek Dertleri Vardı: VATAN!

    Ülkemiz, 1960’ların sonlarından itibaren siyasi, ekonomik, toplumsal vb. alanlardaki sorunlar nedeniyle adeta bir kaos çemberine düşmüştür. 1970’li yıllar ise büyük felaketlere, bunalımlara ve kavgalara şahitlik etmiştir. Üniversite olayları da bu doğrultuda yayılmış, kampüsler savaş meydanına dönmüştür. Elleri kalem tutması gereken gençler; ne yazık ki, silah tutmak zorunda kalmışlardır. Bir tarafta solcular, bir tarafta ülkücüler; kendilerince tehlikeli gördükleri durumlara engel olmak için birbirlerine cephe almışlardır. Harici odakların çizdiği planlar neticesinde ülkemiz, hatırlamaya bile tahammül edemeyeceğimiz yılları ve olayları yaşamaya maruz kalmıştır. Bir mahalle ülkücülerin öbürü solcuların, bir kıraathane ülkücülerin biri solcuların, bir fakülte ülkücülerin öteki solcuların, bir üniversite ülkücülerin diğeri solcuların derken vatanımız kutuplaşmayı tüm hücreleriyle yaşamıştır. Fikirlerin çatışması gereken yerde, çatışan silahlar olmuştur. Yıkılması gereken fikirler iken; vatan için çarpan yürekleri taşıyan bedenler yıkılmıştır. 

Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman olan rehberi Kur’an hedefi turan ülkücüler de “Ne Amerika ne Rusya ne Çin, / Her şey Türk’e göre Türklük için’’ “Kanımız aksa da zafer İslam’ın’’  sloganlarıyla vatan, millet ve Allah için en büyük mücadeleyi sergilemişlerdir. Gençliklerinin baharında Anadolu’nun dört bir yanından gelerek idealleri uğruna okumaya çalışan temiz Anadolu çocukları, amansız tehlikenin ortasına düşmüşlerdir. Keza ülkenin dört bir köşesi yangın yerine dönmüştür. Her şehirden farklı farklı cinayet haberleri gelmiştir. Komünizm tehlikesi nedeniyle vatanın ve milletin gerçek bekası uğruna anadan, yardan, serden geçen ülkücüler; bu dönemlerin en büyük mağdurudurlar. Onların tek derdi vardı: o da VATAN. Gözleri vatandan başka bir şey görmeyen bu memleket yürekliler, ülkü devi Muhsin Yazıcıoğlu’nun da dediği gibi sevmeye dahi fırsat bulamamışlardır. Genç yaşlarında vatana feda olmuşlardır.

Bayraklaşan Kahramanlar

    4 Ocak 1968’de iftarını açtıktan sonra vicdansızca şehit edilen Ruhi Kılıçkıran ile ülkücü şehitler kervanı başlamıştır. Onu Yusuf İmamoğlu’nun şehadeti takip eder. Ne hazindir ki, yapılan otopsi neticesinde 36 saat yemek yemediği öğrenilen şehit Yusuf İmamoğlu’nun (8 Temmuz 1970) cebinden yalnızca 35 kuruş çıkmıştır. Onun ardından ise Dursun Önkuzu şehitlik mertebesine yürümüştür. Ağır işkenceler gören, kırılmadık kemiği kalmayan üstelik ciğerlerine pompayla hava basılarak ciğerlerinin patlatılıp okulun üçüncü katından atılan Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun (23 Kasım 1970) şehadetini hangi yürek kaldırabilir? 

1970’li yıllar ilerledikçe bilhassa 1970’li yılların sonuna gelindikçe ülkedeki gergin havanın artmasıyla beraber şehit sayıları da maalesef bir hayli artmıştır. Neredeyse her gün bir hatta birkaç şehit verilir hale gelinmiştir. Hangisini söylesem ki? 10 günlük bebeği olanı mı? Arkalarından vurulan 6 öğretmeni mi? Evine gönderilen bombalı paketin patlamasıyla şehit olan belediye başkanını ve onun 2,5 yaşındaki torununu mu? 15, 16, 17 yaşlarında şehit edilenleri mi? Yirmiden fazla kurşunla şehit edileni mi?  Kurban Bayramı’nın son günü mahallelerini basan komünistlerce 18 yaşında şehit edilen sağır ve dilsiz ülkücüyü mü? Doğum yapacak eşinin yanına giderken 27 kurşunla evladının doğduğu gün şehit olanı mı? Vatani görevini yaparken ailesini ziyarete gittiğinde komünistlerce yakalanıp dişlerinin sökülmesinin ardından üzerine asit dökülüp bıçaklanıp sonra yakılan üsteğmeni mi? Annesini emekli maaşını almaya götürürken komünistler tarafından uğradığı silahlı saldırı sonucu annesinin kolları arasında şehit düşeni mi? Kırtasiye dükkânında Kur’an-ı Kerim okurken şehit edilen 13 günlük babayı mı? Ve daha binlercesi…

Adım Adım...

    Siyasi istikrarsızlık ve kısa süreli hükümetlerin ülkede yaşanan olaylarda payı büyüktür. 1974 - 1980 dönemi arası adeta bir siyasi krizler arenasına dönmüştür. Çok sayıda kısa süreli ve şaşırtıcı, yani kurulmasına ihtimal verilemeyecek koalisyonlar görülmüştür. Bu dönemde kurulan koalisyonlardan biri de birinci milliyetçi cephe hükümetidir. Kurulan bu hükümetle Gümrük ve Tekel Bakanlığına Ülkücü Gün Sazak getirilmiştir. Gün Sazak’ın görev esnasında şehit edilmesi de o kaos sürecinde yaşananları alevlendiren hadiselerden biridir. Koalisyon hükümetlerinin hemen hemen hepsi de zayıf hükümetler olmuşlardır. 1980’de görev süresi biten cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yerine geçecek kişiyi de meclis 100 tur bir oylamadan sonra bile seçememiştir. Bu da oldukça ilginç bir detaydır. Ülkede kanın gövdeyi götürmesi siyasi istikrarsızlıkların yüksek düzeyde olması ekonomik çöküntü yaşanması ve daha pek çok etmen sonucunda silahlı kuvvetler, 1960’ın ve 1971’in ardından üçüncü defa yönetime müdahalede bulunmaya karar vermiştir. 

Karanlığın Doğuşu
    
    Tarihler 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde Türkiye, çok karanlık bir gün yaşayacaktı. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in yönetime el koyması ile ağır sancılı günler başlayacaktı. Saat 03.00’e geldiğinde tank sesleri sokaklarda duyulur olmuştu. 03.59’da ise TRT’de İstiklal Marşı çalınmaya başlandı, sonrasında Harbiye Marşı çalındı. Ardından ise darbenin en büyük faili Genelkurmay Başkanı Kenan Evren imzasıyla darbe bildirisi okundu. Böylelikle halk, güne darbe şokuyla uyanmıştı. Yaşanan karanlık yıllar, yerini daha da karanlık yıllara bırakacaktı. Bu günden sonra belki de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kenan Evren tarafından okunan bildirilerde darbe yapmaya iten sebepler sıralanmıştır. Meclis ve hükümet feshedilmiş, siyasetçilerin dokunulmazlıkları kaldırılmış, pek çok siyasi isim için yakalama kararı çıkartılmış, ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilmiş, sokağa çıkma yasağı getirilmiş, derneklerin ve sendikaların faaliyetleri durdurulmuş, 1961 Anayasası yürürlükten kaldırılmış, partiler kapatılmıştır. Darbeyi takip eden yıllarda yeni anayasa hazırlığına geçilmiş ve cuntacıların oluşturduğu danışma meclisinin çalışmaları neticesinde yeni bir anayasaya hazırlanmış ve bu anayasa, 1982 yılında yapılan referandum ile halka zorla kabul ettirilmiştir. 

Medrese-i Yusufiyeliler

Kaderleri vatanın kaderiyle şekillenen ülkücüler, 60’lı yılların sonlarında ve 70’li yıllarda yaşadıkları acılardan kat be kat ağırlarına maruz kalmışlardır. Darbe sonrasında gördükleri akıl almaz muamelelerle darbenin en büyük mağdurları olmuşlardır. Ülkücüler için ayrı bir anlamı olan hapishaneler, çok sayıda ülkücüyü ağırlamıştır. Uygulanan adaletsizlikler neticesinde ağır cezalara çarptırılan ülkücüler, uzun bir süre hapishane hayatı yaşamıştır. Bu süre zarfında en ağır işkencelere maruz kalmışlar, en büyük acıları yaşamışlardır. Günlerce aç kaldıkları susuz kaldıkları olmuştur. Solculara ülkücü, ülkücülere solcu polislerin girdiği sorgularda işlemedikleri suçları kabul edene kadar dövülmüşlerdir. Yapılan sorgulamaların ardından solcular ve milliyetçiler aynı koğuşa konularak karıştır – barıştır yöntemiyle tam bir zulüm kampı uygulanmıştır. Soyundurularak çeşitli organlarından elektriğe verilmiş, kişilikleri ezilmiştir. Türlü işkence yöntemlerine maruz kalmışlardır. Uğrunda canlarını ortaya koydukları İstiklal Marşı’nı coplanarak okumuşlardır. 

Yapılan zulümlere rağmen Avrupa’dan gelen bir komisyonun cezaevini denetlemesi esnasında ülkücüler: “Kendi devletimizi yabancı birine şikâyet etmeyiz. Bu bizim iç meselemizdir.’’ diyerek milli bir duyarlılık göstermiş, yabancılara şikâyeti gururlarına yedirememişlerdir. Yine aileleriyle de görüştükleri zamanlarda da ailelerinin şişlikleri görmemesi için ellerini arkada tutmuşlardır. Dönemin en büyük acılarını yaşayanlardan biri olan Muhsin Başkan ise bayramlar dışında ailesinin ziyarete gelmesini istememiştir. 
Ülkücülerin karakterinde yaşananları abartma değil azaltma yönünde bir özellikleri vardır. 

Sebepsiz yere de olsa çektikleri onca çileye gördükleri ağır işkencelere rağmen onların vatan millet sevgilerinde zerre azalma olmamış ve bu acılara Allah aşkıyla dayanmışlardır. Allah’tan gelen hayra da şerre de razı olmuşlardır. Allah kelamını dilden, Kur’an-ı Kerim’i elden, Allah ve Hz. Muhammed sevgisini gönülden bırakmamışlardır. Beton duvarları taş medrese yaparak medrese-i Yusufiyeli olmuşlardır. Haksız yere yıllarca zindanlarda tutsak edilen Hz. Yusuf’a emsal olarak ülkücüler de Yusufiyeliler olmuşlardır. 

Zindanların Reisi Muhsin Yazıcıoğlu 

Darbe ilanından sonra birkaç ay dışarıda kalan Muhsin Başkan, cezaevinde olan Türkeş’in kendisine haber göndererek çok ağır işkenceler göreceğini öngördüğünden ötürü mutlaka yurtdışına çıkmasını istemesine rağmen Yazıcıoğlu, arkadaşlarının mağdur olacağını bunun uygun bir davranış olmayacağını belirtmiştir. 

Bir gün Muhsin Başkan da yaka paça tutuklanır, darp göre göre Mamak Cezaevi’ne götürülür ve idam talebiyle yargılanır. 5.5 yılı hücrede olmak üzere toplamda 7.5 sene cezaevinde kalan Yazıcıoğlu; adi, ağır ve akıl almaz işkencelere maruz kalır, günlerce gözleri bantlı, T şeklinde havada sallanarak çırılçıplak bir şekilde; dilinden, dişinden, parmaklarından hatta ne çirkefliktir ki, tenasül organından bile elektriğe verilir. İlk günlerde yemek ve suyun dahi verilmediğini daha sonra bir parçacık kuru ekmek ve ağızlarını ıslatacak kadar su verildiğini söyler. Sonrasında ise normal yemek verilmiştir. Yemek yerlerken bile sağa sola bakmaları yasaktır, gözleri yarım açılarak sadece yemek tabağına bakmak zorundadırlar. Yemek sonrasında gözleri hemen kapatılmaktadır. 

Yapılan sorgularda Başkan, maddi ve manevi kayıplar vermiş, sopayla işkence sonucunda bir tırnağını kaybetmiştir. Kendisinin ifadesine göre bu ağır işkencelere bir Taş Medreseli olarak peygamber efendimizi gözünün önüne getirerek dayanmıştır. Onun deyimine göre yapılan zulümlerle idealist gençlerin kişilikleri ezilmiştir. Bir zamanlar okullara, sokaklara, mahallelere, şehirlere sığmayanlar 2.5 metrekarelik hücrelere sığmak zorunda kalmışlardır. İdam ile yargılanan Filistin askısı elektrik gibi ağır işkenceler gören başkan, 7.5 yılın ardından hiçbir suçun yok denilerek 1987 yılı 26 Nisan’ında serbest bırakılır. Cezaevinden kendisini almaya gelenlere söylediği ilk söz “Nerede kalmıştık?’’ olur. Onca çileye rağmen hayattan soğuması kopması gereken birinin aksine Muhsin Başkan’ın bu sözleri sarf etmesi, onun davasına ne kadar bağlı olduğunun, ülkücülüğünün, reisliğinin, liderliğinin ve başkanlığının en keskin ispatıdır. Tahliyesinin ardından darbe mağdurlarının sorunları çözmek, onlara yardım etmek için bir vakıf kurmuştur. Onun gerçek bir dava adamı olduğunu, arkadaşlarının yanı sıra hasımları dahi kabul etmektedirler. İşte ülkücü, düşmanı tarafından bile takdir edilendir.

9 Kahraman

Sırf eşitlik olsun diye Kenan Evren canisinin alçakça yöntemi olan bir soldan bir sağdan asılması kararıyla vatanın 9 kahraman evladı idam edilmiştir. Mustafa Pehlivanoğlu, Cevdet Karakaş, Fikri Arıkan, Cengiz Baktemur, Ali Bülent Orkan, Ahmet Kerse, Halil Esendağ, Selçuk Duracık ve İsmet Şahin; hayatlarının en güzel çağlarında uğrunda mücadele ettikleri al bayrağa kan, - inanıyoruz ki - izinden gittikleri peygamber efendimiz Muhammed Mustafa (SAV)’ya da komşu olmuşlardır. 

İdam hükümlerinin gerçekleştirilmesi esnasında yanlarındaki imamın haklarında “Hiç evliya gördünüz mü?’’ diyenlere “Evet, Halille Selçuk’u gördüm diyeceğim.’’ dediği Selçuk Duracık ve Halil Esendağ’a bin selam olsun! 

Son mektubunda “Şunu hiçbir zaman unutmasınlar ki, Mustafalar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zamana Allah’a inananlarındır.’’ diyen Mustafa Pehlivanoğlu’na bin selam olsun!

Korkmadan, gülerek ve yiğitçe idam sehpasına yürüyen ve buna şahit olan cezaevi personelinin “Bizce o şehittir. Şehitlik mertebesine ermemiş birinin kârı değildir sevinerek ve koşarak ilmiği boynuna geçirmek.’’ dediği ölümü korkutan Cengiz Baktemur’a bin selam olsun!

Kendisi Almanya’da iken Türkiye’de işlenen bir cinayetten hüküm giyen ve bir soldan bir sağdan dengesi bozulmasın diye sebepsiz yere idam edilen barodan hiçbir avukatın savunmak istemediği ve savunmasını kendisi yapmak zorunda kalan Cevdet Karakaş’a bin selam olsun!

O ne büyük vakardır ki, idam edilen 9 ülkücünün hepsi de idamdan evvel Kur’an-ı Kerim ve Türk bayrağı istemişlerdir. Diğer idam edilenler celladına hakaret ederken ülkücüler celladından helallik isteyecek kadar büyük bir duruş göstermişlerdir. Onlar idam edilmişti fakat onların sayesinde bayrak inmeyecek, ezan dinmeyecekti. Hz. Muhammed’in izinden giden ülkücü şehitler, inançlarıyla Hakk’a yürürlerken bizlere şerefli bir tarih bırakıyorlardı. Ruhi Kılıçkıran’dan Fırat Yılmaz Çakıroğlu’na, binlerce ülkücü şehidimize binlerce kez rahmet olsun. Allah hepsinden razı olsun…

Darbenin Bilançosu

Yapılan işkenceler, mağdurların ruhsal sağlıklarını yerle yeksan ederken fiziksel sağlıklarında da tedavi edilemeyecek hasarlar bırakmıştır. O dönemlerde yaşayan her insanda, muhakkak acı bir 12 Eylül hatırası bulunmaktadır. Yukarıda da ifade ettiğim üzere; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve de olmamıştır. Hayatları karartan o yılların sayılara yansıyan karanlığı ise şöyledir: Yaklaşık 9 yılı bulan bu askeri dönem boyunca 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkartıldı. Açılan binlerce davada 230 bin kişi yargılandı, yargılananlardan 517 kişiye idam cezası verildi, bunlardan 50’si idam edildi. 171 kişi işkenceden can verdi. Özgürlüğün simgesi olan gazeteler 300 gün müddetince yayın yapamadı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti sonlandırıldı. 3 bin 854 öğretmenin, 120 öğretim üyesinin ve 47 hâkimin görevine son verildi…


YUSUF YÜZLÜLER


Dik durduk darbeye karşı, eğmedik boyun.
Çünkü eğilen başlar bir daha doğrulmaz.
Sanki koskoca yurdumla oynandı oyun
Bilmezler mi hiç, bu yurda darbe vurulmaz.


Neler çekti bizim yiğitler, ölümden zor.
Yusuf yüzlülerin çilesi gönülde kor.
İşit bunu, bize Muhsin Başkan söylüyor:
Milletini vuran tanka selam durulmaz.


Ne zaman ki kanlı bir el düğmeye bastı;
İçeriden birileri kinini kustu.
Biz Allah dedik, vatan dedik, onlar astı.
Düşmana idam sehpası böyle kurulmaz.


Cengiz, Selçuk, Ali Bülentler, Esendağlar…
Nasıl yıkıldı bir bir ülkü kokan dağlar?
Her yanı kanlar içinde vatanım ağlar.
Yüreklerden kanlar akar, hemen durulmaz.


Ölüme koşanın dilindeydi duası.
İmanımız oldu, tüm dertlerin devası.
Ölür Mustafalar; ölmez Allah davası.
Şehidin davasına ömür sorulmaz.