Çok paramız olursa mutlu oluruz sanıyoruz. Evimiz olursa, eşyalarımız yepyeni olursa, evimizin balkonu hele hele de terası varsa, herkesin sevdiği bir marka arabamız olursa, arabamızın tavanı açılırsa hiç bakmadığımız gökyüzünü görebilmek için…

Evimiz tertemiz olursa hatta içinde hiç yaşanmamış hissi verecek kadar temiz ve düzenli olursa… Telefonlarımız emsallerine göre en büyük sayıyı ve de “gold, plus, calss” gibi ifadeleri içeren bir modelse –bir yenisi çıkana dek- mutlu oluruz sanıyoruz.

Kredi kartlarımızın nefesi kesilirse cihazlara sürtünmekten… Her çıkanı alırsak, tüketmede kimseden geri kalmazsak, modaya en çok biz uyarsak, en yakışıklı, en güzel olursak… Yanımıza yaraşır birini de bulursak hele… Yemeklerimizi tabakların suyu çıkmış gibi ahşap kesme tahtalarında yersek, hatta bir kütük hiç fena durmaz…

Kahvemiz, battaniyemiz ve “çok satan” kitabımızla bir poz çekimi kadar haşır neşir olursak yağmurlu pencere önlerinde… Konserleri izlemek yerine yılmadan telefonlarımıza kaydedersek mutlu oluruz sanıyoruz… Zaten binlerce kaydına ulaşabilecekken hem de…

Olmadığımız o insan gibi kendimizi pazarlayıp içimizdeki beni öldürürsek acımasızca mutluluktan ölürüz sanıyoruz.

Yazları bol yıldızlı otellere kendimizi iki hafta hapsedip durmadan yersek, yediklerimizi durmadan resimlersek, bunları durmadan hiçbir şey paylaşmadığımız sanal dostlarımızla paylaşırsak, bolca beğeni toplarsak… Çok gezersek ve gördüklerimizi “tam gerçekçi” bir yapay göze –tabii ki kendimizinki değil- kaydedersek, bir daha hiç açıp bakmamak için MB cinsinden depolarsak mutlu oluruz sanıyoruz.

Filanca ünlünün gittiği yere gidersek, giydiğini giyersek, falanca kadının makyajını yaparsak, bilmem kim beyin saçını taklit edersek mutlu oluruz mu sanıyoruz? İnsanlar bizi beğenirse, bize özenirse, imrenirse, kıskanırsa, kendi hayatlarıyla karşılaştırıp istediği beğeniye ulaştıramadığı yaşamından bir kere daha bizim yüzümüzden nefret ederse… Bunu istemiyor muyuz? Başkaları mutsuzsa, hastaysa, dertliyse biz kendimize bakıp şükretmiyor muyuz? Alçakça, aşağılıkça şükredip ona acımıyor muyuz? Acınacak hâllerimize bakan gözlerimizi kör etmişçesine içimizden gizli gizli mutlu olmuyor muyuz?

O berbat olaylar bizim hiç başımıza gelmez, biz hiç hasta olmayız, hiç terk edilmeyiz, yalnız kalmayız, hep seviliriz sanıyoruz.

Nasıl bir deliliktir bu? Kendi mutluluğunu başkasının mutsuzluğundan çıkarmak nasıl bir sevgisizliktir? Hiç okşamadılar mı başımızı çocukken? Biz hiç keyifle gırlayan bir kediyi okşamadık mı? Bu tebessüm ettirmedi mi hiç düşman yüzümüze? Bu bile insanlaştıramadı mı bizi? Yediğimiz yemekle –tabii fotoğrafını çektikten sonra- içimiz neşeye ve hazza benzer bir hisle dolmadı mı hiç? Bir bardak suyu hasretle içerken onun berrak, temiz kokusu ve demiri andıran acımsı tadıyla benliğimiz dirilmedi mi bir yudumda? Bir kuşun kanat çırpışı sesine ve ahengine hayran bırakmadı mı benliğimizi?

Bir sevgiliyi öpmek, kokusunu –parfüm değil teninin kokusunu- içine çeke çeke ve bu kokudan başka hiçbir şeyin uyandıramayacağı hislerle… Hiç huzuru tattırmadı mı bize? Banka hesaplarımızdaki, fotoğraflarımızın altındaki, tapu senetlerimizdeki hiçbir şey ifade etmeyen ve dünyadaki en soyut şey olan sayılar kadar? O sayılar kadar yaşadık mı biz?