Bu pazar da sizlere ibret çıkarılacak kıssadan bir hisse yazacağım.

Günümüzde makam ve mevkiden güç zehirlenmesi yaşayanlar, koltuklara hizmet için gelip ancak ganimet peşine düşenler ve hiç bırakmak istemeyenlerle her dönemde olduğu gibi bu dönemde de karşılaşıyoruz. Amaç Hakk’a ve halka hizmet olmayınca iş kişisel çıkar ve egolara maalesef maruz kalıyor.

İşte bu pazar için hikâyemiz…

İbrahim bin Ethem hazretleri sultandı. Makam ve mevki sahibi idi. Dünya güzellikleri ile çevrili idi etrafı. Allah (c.c.) bazı ibretlik olaylar yaşatıp, dünyevi arzulardan arınıp uhrevi arzulara yöneltti.

Hayatı hakkında birçok rivayet mevcuttur. Tahtta iken şaşaalı bir hayatı vardı. Çok pahalı elbiseler giyer, ata biner, avlanmayı severdi.

Sarayında tahtı üzerinde uyuyakalmıştı. Gece bir gürültü ile uyandı. Tavandan sesler geliyordu. ‘Kim o? Sarayın damında ne işiniz var, neden oraya çıktınız’ diye seslendi. Sarayın damındaki zat, ‘Yabancı değilim, devemi kaybettim de onu arıyorum’ dedi. İbrahim bin Ethem bu cevaba çok kızdı, sert bir sesle, ‘Be hey şaşkın adam, damda hiç deve aranır mı’ deyince, damdaki zat şu karşılığı verdi: ‘Ey gafil! Sen Allah Teâlâ’yı ipek ve atlas döşekler içinde, inci ve altın tahtlar üzerinde arıyorsun ya? Bunun damda deve aramaktan ne farkı var?’

İbrahim bin Ethem hemen yerinden fırladı ve adamlarını çağırıp her tarafı arattı fakat ne sarayın damında ne de bahçesinde hiç kimseyi bulamadı. Tabii içine bir ateş düştü ve bu olayı düşünmekten sabaha kadar uyuyamadı.

Ertesi gün saray erkânı toplanmış ve divan kurulmuştu. İbrahim Bin Ethem de tahtına oturdu ama hâlâ bu olayı düşünüyor, mahiyetini kavramaya çalışıyordu. Birtakım devlet meseleleri istişare edilirken aniden heybetli bir adam çıkageldi. Ona ne nöbetçiler ne de muhafızlar engel olabildi. İbrahim bin Ethem, gelip karşısında duran bu adama kim olduğunu, burada ne işi olduğunu ve ne istediğini sordu.

Adam, ‘Ben bir yolcuyum. Bu handa birkaç gün kalmak istiyorum’ dedi. İbrahim bin Ethem bu söze kızarak, ‘Be adam, burası han mıdır ki kalacaksın? Burası bana ait olan bir saraydır’ diye cevap verdi.

O zat, ‘Peki, bu saray senden evvel kimindi’ diye sorunca, ‘Babamındı.’

‘Ondan önce kimindi’ diye tekrar sordu. ‘Dedemindi.’

‘Peki, ondan önce kimindi’ diye sorunca, ‘Filan zatın’ dedi.

‘Ondan evvel kimindi’ diye sorduğunda, ‘Filan oğlu filanın’ cevabını verdi. O zatın, ‘Bunlara ne oldu’ diye sordu.

İbrahim Bin Ethem, ‘Öldüler’ cevabını verdi. Adam, ‘O halde bu saray nasıl senindir kibiri gidiyor biri geliyor’ dedi ve geldiği gibi geri çıktı. O anda İbrahim bin Ethem’in aklı başına geldi. Belli ki, akşam damda ‘deve arıyorum’ diyen adam, bu adamdı. Hemen o zatın peşine düştü ve sordu:

‘Sen kimsin, nereden geliyorsun?’ O zat da, ‘Ben karada, denizde, yerde ve gökte bulunur ve Hızır olarak bilinirim’ dedi.

Böylece meselenin iç yüzü de anlaşılmıştı. Bunun üzerine

‘Biraz bekle, eve kadar gidip geleyim’ dedi. Adam, ‘Bu kadar bekleyemem, iş bundan daha acele’ dedi ve kayıplara karıştı.

İbrahim’in gönlündeki ateş daha da arttı, derdi fazlalaştı. Gece işittiklerine, gündüz gördüklerine bir anlam veremedi. Bir gün, ‘Atı hazırlayın, avlanmaya gideceğim, bakalım bu hal nereye varacak’ diye emir verdi.

Ata bindi, sahranın yolunu tuttu. Sahrada şaşkın şaşkın dolaşıyor ve ne yapacağını bilmez bir halde bulunuyordu. Bir ara muhafızlarından ayrı düşüp uzaklaştı. Bu sırada ‘Uyan!’ diye bir ses işitti, duymazlıktan geldi. Bu sesi ikinci, üçüncü defa işitti. Ancak her defasında işitmezlikten geldi. Dördüncü seferinde, ‘Başkaları seni uyandırmadan kendin uyan!’ diye bir ses duydu. Bu hitabı işiten İbrahim bin Ethem’in iradesi kesildi. O anda bir av peyda oldu. Onu yakalamak için atını sürdü. Bu esnada gaipten, ‘Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın’ diyen bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı hiç kimseyi göremedi. ‘Allah lanet etsin! Bu İblis’tir!’ dedi. Atını tekrar sürdü. Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık bir sesle, ‘Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın’ dendi.

Durdu, sağına soluna baktı, hiç kimseyi göremedi; ‘Allah Teâlâ lanet etsin! Bu İblis’tir!’ dedi ve atını tekrar sürdü. Ancak bu sefer aynı sözleri atının eyeri altından işitti. İçinde bir üzüntü ve korku zuhur etti. Kendi kendine, ‘Âlemlerin Rabbin’den bana bir ikaz geldi. Allah’a yemin ederim ki bu günden sonra O’na isyan etmeyeceğim. Rabbim, salih insan olmamı istiyor’ dedi.

Bu hadise üzerine çok ağladı, öyle ki elbiseleri gözyaşlarıyla ıslandı. Samimi bir şekilde tövbe etti. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, kendi çobanlarından biri olduğunu anladı.

Üzerindeki altın sırmalı kaftanı çıkarıp ona verdi. Onun abasını ve başlığını kendisi giydi. Koyunları da ona bağışladı. Tacını, tahtını bıraktı, dünyevi işleri bırakıp maneviyat yolunu seçti ve evliyanın reislerinden oldu.

Artık İbrahim bin Ethem, gözlerini bambaşka bir âleme açmış, ilâhî bir iklimin temaşasına dalmıştı. İşte bu temaşa, ondaki diğer güzellik ve dünyevi istek ve arzularında tamamen uzaklaştırmıştı.

Artık her sabah özenle giydiği saltanat elbiseleri ve göğsünü kabartan Belh sultanlığı, bütün ihtişam ve süsünü kaybetmişti. Öyle bir maneviyat sultanı oldu ki, dünya sultanları unutuldu fakat o unutulmadı.

İbretlerle dolu bir hayat yaşadı. İnsanlara çok faydalı oldu. O her daim gönüllerin sultanı oldu. Her dönem kendisinden hayırlarla bahsediliyor.

Makamlar geçici eserler kalıcıdır.

Nu mutlu insana ve insanlığa faydası olanlar…