19 Mayıs sadece ülkemiz açısından değil, aynı zamanda Bulgaristan Türklüğü açısından da önemli günlerden biridir.

19 Mayıs 1989’da Bulgaristan’ın Cebel kasabasında o dönemim Jivkov rejiminin asimilasyon politikalarına karşı bir kalkışma oluyor.

Kısa sürede olay tüm Bulgaristan’a yayılarak komünist sisteme karşı ayaklanmaya dönüşüyor.

Daha sonraki olayları herkes hatırlar…

Olaylar diğer Doğu bloğu ülkelerine kadar sıçramakla kalmamış Berlin duvarının yıkılmasına kadar gitmişti ve bu ülkelerdeki komünist rejimlerin tarihe karışmasıyla noktalanmıştı.

Cebel’de alevlenen bu kıvılcım aslında yılların birikmiş sıkıntılarının açığa vurması olmuştur.

Aynen Arap baharını başlatan kıvılcımın Tunuslu bir seyyar satıcının kendini ateşe vermesiyle başlaması gibi…

Bu tür toplumsal patlamalar her ne kadar kendiliğinden gelişmiş gibi görünse de aslında bu yıllarca biriken haksızlıkların, adaletsizliklerin yansımasıdır.

Bu birikmiş sıkıntılara çözümler üretilmediği sürece bunları patlama noktasında getiren, bardağı taşıran damla eninde sonunda mutlaka gelir.

Tarih bunlara benzer sayısız örneklerle doludur.

Nice hükümdarlıklar, nice yıkılmaz denen iktidarlar tarihin çöplüğündeki yerlerini almışlardır.

Hak hukuk hakkaniyetin yok olduğu yerlerde mutlaka bu ayarlar yaşanır. Eninde sonunda Göklerin adaleti tecelli eder.

Mağdur olan ister kavimler, ister topluluklar, ister camialar olsun hiç fark etmez. Bu adaletin terazisi asla şaşmaz.

19 Mayıs olaylarının yaşandığı Cebel’in bir evladı olarak her ne kadar eğitim gördüğüm üniversitede olduğum için o tarihte orada bulunamasam da 19 Mayıs olaylarından önceki o ortamdaki havanın “kokusunu” çok iyi bilirim.

İşte tam da aynı bu havanın kokusu camiamızın içinde çok açık alınabilmekte.

Bulgaristan’da yapılan son parlamento seçimleri için gerçekleştirdiğimiz saha çalışmalarında ve insanlarımızla yaptığımız konuşmalarda net olarak bir şey gözümüze çarptı.

Herkesin barut fıçısı olduğunu, bıçağın kemiğe dayandığını ve insanların tepkilerini açığa vurmaları küçük bir kıvılcıma bağlı olduğunu çok net anlayabiliyorsunuz.

Göçmen camiası isyan noktasına gelmiştir. Gün geçmiyor ki bir yerlerden haksızlık, keyfi uygulamalardan doğan mağduriyetler ortaya çıkmasın.

En son böyle bir olay Görükle’de yaşanmıştır.

İşgüzar bir okul müdürü tamamen gönüllülük esasına göre, her şeyden öte sosyal sorumluluk kapsamında faaliyet gösteren bir arkadaşımızın faaliyetlerine ‘keyfi’ olarak son vermiştir. (Bu konuda ayrıca yazacağız.)

Bu yaşananlara sebep, karar vericilerin arasında yer almamamız.

Bunun nedenlerini ve yapılması gerekenleri artık camia olarak ciddi şekilde tartışma zamanı geldi de geçiyor.

Burada biz STK’lara ve kanaat önderlerimize görevler düşmekte.

Bugüne kadar sessiz kaldığımızdan bu sıkıntılar artmıştır.

Oysa bu camia hep en iyi şekilde görevlerini yerine getirme gayreti içinde olmuş, vatanına, milletine hizmet etmiştir.

Burada yanlış anlaşılmasın amaç mikro milliyetçilik yapmak değildir.

Sadece demografik yapıdan doğan ve en demokratik hak olan temsilde adaletin tesis edilmesini istiyor.

Ve hiç kimse siyasette yer aldığınız kadar temsil edilirsiniz gibi demagoji yapmaya kalkışmasın. Zamanı gelince oralarda da gerektiği kadar yer alırız.

Ve korkarız ki bundan böyle bu camia bu konularda daha ısrarcı olacaktır.