Bu pazar da sizlere kıssadan hisse çıkaracak bir hikâye aktaracağım.

Keyifle okumanızı ve ders çıkarmanızı diliyorum.

Sultan Murad Han o gün telaşlıdır.

Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.

Veziri azam sorar:

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

- Akşam garip bir rüya gördüm. Hazırlan, çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına dikkatle bakınır. Yerde yatan bir ceset var.

- Kimdir bu?

Ahali: - Aman hocam hiç bulaşmayın. Ayyaşın biri işte.

- Nerden biliyorsunuz ayyaş olduğunu?

- Kırk yıllık komşumuz. Aslında iyi sanatkârdır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, kadınlara harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.

- İsterseniz komşulara sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?

Hâsılı, mahalleli döner ardını gider.

- Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tabamızdır. Defini tamamlamak gerek.

- Saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

- Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.

- Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

- Vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

- Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...

- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...

- Nasıl yani?

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?

- Doğru dersin. Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Vezir, cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.

- Biliyor musun oğlum? Bizim efendi bir âlemdi, vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!

- Niye?

- Ümmeti Muhammed içmesin diye...

- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben de onlara nasihat ederdim.

- Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki.

- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli...

- Hatta bir gün; bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.

- Doğru, öyle ya?

- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

- Peki o ne dedi?

- Önce uzun uzun güldü, sonra; Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

İşte böyle dostlar. Peşin hükümlü olmamak gerek, ademoğluna karşı...

Hani derler ya... Alimden zalim doğar, zalimden alim...

Ebu Cehil de amcasıydı cihanın efendisinin, Hazreti Hamza da...

İyilikler konusunda İslam şiarı nedir, bir elin verdiğini diğeri görmesin, duymasın, bilmesin.

Artık gerisi size kalmış...

Kimin naaşını kimin yıkayacağı konusunda da çok büyük konuşmamak gerek…