Küresel salgın corona, tüm yaşamı alt üst etti. İşyerleri, alışveriş merkezleri, okullar kapandı. Kentlere giriş çıkışlar yasaklandı. Özgürlükler kısıtlandı. Gençler ve yaşlılar, evlerde kalmaya zorlandı. İşçiler, işten çıkarıldı, küçük esnaf kepenkleri kapattı. İşsizlik arttı. İnsanlar, bir yandan can derdine öte yandan ekmek ve aş derdine düştü. Bana her gün telefonla, mesaj yoluyla ulaşanlar oluyor. Yardım almak için nerelere başvuracaklarını soruyorlar. Kısacası her yanda yaşam durdu. Mahalleler, sokaklar, hayalet kentlere dönüştü. Bu salgın karşısında tüm dünya liderleri umarsız kaldı.

Bu denli kara bir tablo yaratan bu virüsün hiç mi olumlu etkisi olmadı? Olmaz olur mu? Kapitalizmin çirkin yüzü ortaya çıktı. Para kazanmaktan çok insan sağlığı önem kazandı. İnsan emeğini sömüren, rant kaygısını öne çıkaran yönetimler yerine sosyal devlet anlayışının önemi ve değeri anlaşıldı. Bunlardan daha önemlisi insanca erdemlerimizi anımsattı. İşsizliğin artması ile birlikte insanlar, açlık sorunu ile karşı karşıya kaldı. İşte burada ulusumuzun en güzel erdemleri (dayanışma ve yardımlaşma) yeniden anımsandı, yeniden açığa çıktı. Biliyoruz ki   bir toplumda ne kadar çok yardımlaşma ve dayanışma varsa o kadar çok huzur, barış ve kardeşlik olur.

Gereğinde bir lokma ekmeğimizi, bir yudum suyumuzu paylaşırız. Komşumuzun hatırını sormadan, ona bir tas çorbayı içirmeden girmeyiz yatağımıza. Sevincimizi de paylaşırız acımızı da. Başarımızı, mutluluğumuzu da paylaşırız; tasamızı, derdimizi, kederimizi de...  Biliriz ki sevinçler paylaşıldıkça çoğalır; dertler ve kederler  paylaşıldıkça azalır. Ulus olmanın en güzel erdemleridir bunlar.

Birden bire bir iyilik yarışıdır başladı. Önce Ankara ve İstanbul gibi büyük kentlerde uzandı yardım eli yoksullara. Aç ve açıkta kimse kalmayacak, hiçbir çocuk yatağa aç girmeyecek anlayışıyla başlatıldı bu girişim. Ardından hükümet girdi devreye. "Bu iş bizim işimiz, biz daha iyi kampanya yürütürüz" diyerek çıkıldı yola. O zaman da gönüllülük ve zorunluluk kavramları tartışılmaya başlandı. Yardımlar, gönüllü mü yapılmalıydı yoksa zorunlu olarak mı?

Gönüllülük bir işte kendi isteğiyle çalışmaktır. Gönüllülük  Sivil Toplum Kuruluşlarının var oluşunun temel öğesidir. Yaptıkları işler için hiçbir ücret veya kazanç istememektir. Gönüllü olma durumudur.  Ulusal afetlerde (savaş, sel, deprem, salgın vb.) durumlarda gönüllüler büyük önem taşır. İçtendir, karşılıksızdır, çıkarsızdır gönüllülük. İnsanlara dokunmak, toplumla iletişim kurmaktır. Bir ekip çalışmasıdır. Baskı ve zorlama yoktur. Sonuçta toplumsal bir yarar gözetilir.

Gönüllülük bireylere bilgi, deneyim, enerji, hoşgörü, paylaşımcılık, profesyonel yaklaşım, sorumluluk üstlenme gibi nitelikler kazandırır. İnsanlar arasındaki sosyal ilişkileri geliştirir, farklı çözüm önerilerinin bulunmasında önemli bir etken olur. Gönülden yapılırsa herhangi bir iş orada başarı vardır, huzur vardır, mutluluk vardır. 

Bir de genelgelerle, yazılarla istenen bağışlar vardır. Diyanet’te, Emniyet’te, Milli Eğitim’de ve yargıda rastladığımız bu bağış türü, zorunlu bağış kapsamına girer. İmza karşılığında istenen bağışlarda zorunluluk vardır. Baskı ve dayatma vardır. Başına bir iş gelmesinden korkar. Kişi, kendini zorunlu hisseder. Gönülsüzdür, isteksizdir. Zorunluluk olan yerde, zorunlu alınan bağışlarda, dayanışma ve yardımlaşma gibi en yüce, en insancıl erdemler   ortadan yok olur. Toplumun temelini oluşturan değerler yitirilince birlikteliğimiz zarar görür. Sözlerimi deneme türünün usta yazarının güzel bir sözü ile bitireyim.

"Bu zorunluluk, başkalarınca savsaklanmış görevi yerine getirmekten doğuyor." - S. Birsel