17 Ağustos’ta, gece saat 24.00 ila 04.30 arasında Gölcük’teydim.

Gece boyunca Gölcük'te gezindim.

Düşündüm, eski ile şimdiki Gölcük’ü düşündüm.

Enkaz altından çıkardığım can parçalarımı düşündüm, aradım…

Ama nafile…

Sahil bandına doğru yürüyerek bir çay bahçesinde oturdum. Dünü, bugünü ve yarını düşündüm.

Geçen bir ömrün sonunda elde ne var, ne yok onu düşünerek bir muhasebe yapmaya çalıştım.

Bu muhasebeyi yaparken yan masada oturan bey dikkatimi çekti.

Sabahın 03.00’ü.

Önünde bir bardak çay, gözleri belirsiz bir yerde, çayı ne kadar süredir karıştırdığını bilmiyorum. Bardak ile çay kaşığı sürekli mücadele içinde, çay kaşığını kenara bırakıp, bardağı ağzına doğru getiriyor ve o esnada gözünden damlayan yaşlar, çay bardağının içine dökülüyor ve gözyaşı ile karışmış olan çayı yudumlayan kişi, gözyaşlarını içerken ufukta belirsiz bir noktaya bakmaya devam ediyor.

Yaşlı bey, ağlıyor, gözyaşı ile bezenmiş çayını yudumluyor, iç çekiyor ve ufukta belirsiz noktaya bakarken, bazen gülüyor, bazen kızıyor. Yaklaşık 40 dakika bu fotoğrafı seyrettim.

Dayanamadım, yerimden kalktım, yaşlı beyin masasına selam vererek oturdum. Kafasını salladı, gülümsedi ve ufuktaki noktayı seyretmeye devam etti.

Gene dayanamadım, sordum; “Dayı nasılsın?”

Sen misin bu soruyu soran! İşte dinlediklerim. İşte duyduklarım. İşte size nakletmek istediklerim.

“Ben Tersane’den yeni emekli olmuştum. Gölcük’te üç tane evim, bir iş yerim vardı.

Biri makine mühendisi, biri bankacı olan iki oğlum, evli bir kızım, dört torunum ve iki gelinim, bir eniştem, bir de eşimden ibaret olan ailemin tamamını 17 Ağustos 1999’da depremde kaybettim.

Ailemden geriye tek ben kaldım. O gece bir iş için İzmir’de olduğum için ben kurtuldum. Keşke kurtulmasaydım, keşke İzmir’e gitmemiş olsaydım. Keşke o gece onlarla birlikte ölebilseydim.

Şimdi bir binanın bodrum katında bir oda, bir mutfaktan oluşan evde kalıyorum. Sabah namazını camide kılıyor, mezarlığa yürüyorum, ev denilen çilehaneme geliyorum, onları kaybettiğim yere gidiyorum. Cami, ev, mezarlık arasında ömrümü geçirmeye çalışıyorum.

Senin anlayacağın; 1999'da ölmüş ama cesedi yürüyen bir adam olarak ömrünü tüketmeyi bekleyen, intihar etmemek için kendini zor zapt eden, Allah’tan başka sığınacak hiçbir limanı kalmayan harabe bir gemiyim.”

“Peki, dayı ufka doğru bakarken ne görüyorsun? Çünkü belli aralıklarla ifadelerin değişiyor, bazen gülüyor, bazen kızıyor, bazen de çocuklar kadar şen oluyorsun.”

“Onları görüyorum. Çocuklarımı görünce, gülüyorum. Eşimi görünce, ona kızıyorum, neden beni yalnız bıraktı diye. Torunlarımı görünce, dayanamıyorum o zaman çocuklar gibi çığlık atmak istiyorum.”

Cemalettin dayı hem ağladı hem anlattı.

Onu dinlerken baktım ki masamıza 13 kişi daha sandalye yanaştırmış ve herkes ağlıyordu.

Orada, yani Gölcük’te herkesin bir hikâyesi vardı. Biz sadece kendi hikâyemizi biliyorduk, şimdi de Cemalettin dayının hikâyesini öğrenmiş olduk.

Bir muhasebe yapmak için oturmuştum çay bahçesine… Bursa’ya dönerken düşünmeye başladım…

17 Ağustos 1999 sabahı Cemalettin dayının mutluluğunu, hayallerini, sevinçlerini, hedeflerini düşünün…

Bir de 18 Ağustos 1999 günü Cemalettin dayının yaşadıklarını hep birlikte düşünelim ve bu hikâyeden kendimize birer ders çıkaralım.

Fazla söze gerek yok. Kıssadan hisse değil, gerçek bir fotoğrafı nakletmeye çalıştık.

Cemalettin dayının son sözlerini de nakledelim;

Dedi ki;

“Evladım, sevdiklerinizle beraber olduğunuz anların tadını çıkarın. Sevdiklerinize, onları sevdiğinizi mutlaka söyleyin. Asla küsmeyin. Onlara gülümseyin. Suçlu olsalar bile affetmesini bilin. Bak! Ben bir gün önce eşimle tartıştım, İzmir’e giderken küs ayrılmıştık. Şimdi onun bana vermiş olduğu acıyı size tarif etmem imkânsız. Karşılığı olmazsa bile, sevdiklerinizi karşılıksız sevin.”

Sabahın beşinde Bursa’ya dönerken bunları düşündüm.

Cemalettin dayının anlattıklarını düşünürken gün içinde kimleri aramam gerektiğini de düşündüm.

Ve dedim ki;

Beş para etmez bir dünyada neler için neler yapıyor, ne tür çirkinliklerle uğraşıyoruz.

Bursa’ya bir an önce varmak, Odunlu köyünün üst tarafında, ebedi istirahatgahında bulunan Pınar’ıma vermiş olduğum sözü bir an önce yerine getirebilmek için aracımın gazına basarken, ağzımdan şu sözler dökülüyordu;

“Tüküreyim bu dünyanın içine… Çirkinliklerine, çarpıklıklarına, pisliklerine…” (17 Ağustos 2009)

"Marmara depremi, kalitesiz belediye başkanlarının, yerel yöneticilerin ve karaktersiz, ahlaksız, insafsız müteahhitlerin, kalitesiz ve TSE belgesiz ürün kullanmaları neticesinde oluşan bir doğa olayıdır..."  (Karamanoğlu)