Hava kapalı. Gökyüzü kara bulutlarla kaplı.

Yağmur çiseliyor  hafiften.   Sessizlik kaplamış her yanı. Salt  çiseleyen yağmurun sesi  duyuluyor.  Çatılarda  ve  camlarda  tıkırtılar.   Yağmurun camlara vuruşundan çıkan seslerden başka ses gelmiyor dışarıdan.

Günlerdir evdeyim. Sokağa çıkmak yasak. Ben mi kısıtladım özgürlüğümü yoksa yöneticiler mi? Oyalanmak için olanak yaratıyorum kendi kendime.

Elimde kitap. Gözüm satırlarda gezinirken kulağım yağmur sesinde.  Yağmuru dinlerken daldığım hülyalardan bir telefon sesiyle kendime geldim. Alışkındım dostların aramasına. Böyle günlerde iyi geliyordu dostlarla söyleşmek. Birbirimizin durumunu soruyor , günlük gelişmeleri yorumluyorduk.

Telefonumun birkaç kez çalmasından sonra açtım.

-Efendim!

- Ben Seher, diye tanıttı kendini ve ardından boğuk bir sesle sordu:

-Nasılsın?

Ağlamaklı bir sesi vardı. Karamsar, hüzünlü, çaresiz…

-Ben iyiyim. Teşekkür ederim. demeye kalmadan anlatmaya başladı.

- Bu corona virüsü bizi de yaktı. Ücretsiz izne çıkardılar bizi.

Soluk almadan konuşmasını sürdürdü. Sözcükler boğazında düğümleniyordu adeta.

-İşe gireli henüz altı ay oldu. İlk üç ayını deneme süresi diye çalıştırdılar. Henüz üç aylık sigortalıyım. Yıllık altı yüz günü de doldurmadım. İşveren de herhangi bir açıklama yapmıyor. Kapının önüne koydu bizi

-Ne yapacağım şimdi ben? Nasıl geçineceğim?

     Avutmak, umut vermek için araya girmeye çalışsam da giremiyordum. Durmaksızın konuşuyor, sorununu ve umarsızlığını anlatıyordu.

     Konuşmalarından otuz yaşında olduğunu, uzun süredir eşinden ayrı yaşadığını öğrendim. On iki yaşında bir kızı olduğunu, kendi olanaklarıyla yaşama tutunduğunu, kimseden en ufak bir yardım görmediğini anlattı.

     Aslında kalabalık ailesi varmış. Sekiz kardeşlermiş. Hiçbiri ‘’Halin nedir? diye sormamış. Elinden tutan olmamış.      Kızgındı tümüne. Öfkeliydi sesi.

     Haberlerde izlediğimiz binlerce kişiden biriydi. Fabrikalar, işletmeler, çeşitli iş yerleri bu küresel salgını fırsata çevirmişlerdi. Yıllardır  emeklerini sömürdüğü, onların sırtından para kazandığı bu emekçilerin kimini işten çıkarmışlardı, kimilerini de ücretsiz izne ayırmışlardı.

     Çalıştıkları  günlerde kıt kanaat  geçinmeye çalışan bu insanlar şimdi nasıl geçinecekler?  Başlarını sokabildikleri  evlerinin kiralarını, kim ödeyecek? Ev sahipleri ‘’Çıkın evimden‘’ dediklerinde başlarını nereye sokacak, kime ya da nereye sığınacaklar?  Elektrik, su, doğalgaz faturalarını nasıl ödeyecekler? Çocuklarının boğazına girecek bir lokma ekmeği nereden bulacaklar?

     Yöneticiler, tüm bunları düşünmüş, her türlü önlemi almış gibi hep bir ağızdan haykırıyorlar:

     -Evde kal Türkiye’m’

     Demesi kolay elbet. Tuzu kuru olanlar için evde kalmak kolay. Ekmek elden su gölden. Yan gel yat. İş kaygısı yok, aş kaygısı yok. ‘’Açım’’ diyen, eteğinden çekiştiren çocuklar yok.

     Emeğiyle, alın teriyle geçinen  bu insanlara iki seçenek sunuluyor:

     -Corona mı, açlık mı?  Tercih sizin.

     Kulağım telefonda bu çaresiz kadını dinlerken bir yandan da binlerce insanın aynı durumda olduğunu düşünmek derinden yaralamıştı. Basın toplantılarında konuşanlardan, bakanların açıklamalarından bir umut da yoktu. İnsanlar, kaderlerine terk edilmişti.

     Telefonun ucundaki sesin çığlığa benzer yankılanmasıyla kendime geldim.

  • Ne yapacağım şimdi ben?
  • Nasıl geçineceğim?
  • Kızıma nasıl bakacağım?

Yalvarırcasına bir umut, bir çare bekliyordu.

Sonunda araya girebildim. İlçenin kaymakamlığına başvurmasını, SYDV‘den yardım isteyebileceğini  söyleyebildim.

Bugüne değin hiç kimseden, hiçbir kurumdan yardım almamış. SYDV’nin adını duymamış. Bir umutla hemen gideceğini söyledi. Yaklaşık bir saat süren telefon konuşması, telefonu kapatmasıyla sona erdi.

Telefonun kapanmasıyla günlük işlere döndüm. Kitap, gazete, televizyon, telefon, bilgisayar derken  yine Corona ile ilgilenmeye başladım. Koyun can derdinde kasap et derdinde. Herkes can derdinde. Sağlığını nasıl koruyacağının derdine düşmüş. Sanki tüm önlemler alınmış da artık tüm sorumluluk yurttaştaymış. Evde otursalar, evden çıkmasalar virüs de evde oturacakmış. Sorumluluğu bizlere yıkmaya çalışıyorlar.

Sanki kendileri evde oturuyorlarmış gibi. Kendilerini de kendi gibi düşünenleri de  her yerde görüyoruz. Birileri kanal için ihale yaparken öbürleri  yerli tohum üreten çiftlikleri  talan ediyor. Birileri televizyon ekranlarında şiddet içeren dersler verirken diğerleri özel salonlarda özel kişilere Cuma namazı kıldırıyor.

Telefonun sesiyle irkildim. Daldığım hayallerden uyandım. Arayan Seher’di.

Bu kez sesi daha gür çıkıyordu. Öfkeliydi. Öfkesi sesine yansımıştı. Daha gür daha güçlüydü sesi. Anlatmaya başladı.

  • Çalışma saati bitmeden ivecenlikle Kaymakamlığa gittim. Kaymakamlığın önü ana baba günü. Kalabalıktı. Herkes yardım almak için gelmişti. Ama kimseyi içeriye almıyorlar, kimseyle  görüştürmüyorlar. Derdini anlatacak bir sorumlu da yoktu ortalıkta. Bir kağıt tutuşturdular elime.
  • -Başvurularınızı buradan yapacaksınız!
  • -Elimdeki telefonla verilen adrese girmeye çalıştım. Ne mümkün? Girilemiyordu, çalışmıyordu. Öfkem tepeme çıktı.
  • Öfkemi oradaki görevlilerden çıkardım. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım.
  • Bize, benim gibi kendi başına ev geçindirmeye çalışan bir kadına yardım eli uzatacak bir kurum yok mu?
  • Bu ülkede yaşamak, bu ülkenin yurttaşı olmak suç mu?
  • -Yardım almak için göçmen olmak zorunda mıyız?

Bu feryada, bu çığlığa söyleyecek söz bulamadım. Umarım ve dilerim birileri bu çığlığı duyar.

 Kahrolası Corona. Ne hallere düşürdün bizi.