Geçtiğimiz günlerde internette sörf yaparken geçmişe yani çok eskilere yönelik bir yazı dikkatimi çekti. Yazıyı okudukça geçmişe dair,çocukluğuma dair o güzel günler gözümde canlandı birden!.. Birde benim için, özellikle askerlik yıllarımda çok anlamlı olan; ''Hani benim gençliğim nerde? Bilyelerim topacım?'' parçasını da  dinlemeye başlayınca, değmeyin keyfime... Şimdi sizleri bu yazı ile beraber geçmişe, özlemini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz çocukluğumuza doğru bir yolculuğa çıkarmak istiyorum:

Eskiden çok eskiden... Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı. Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.  

Hatta babamın bile anahtarı yoktu.

Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.

Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki!

En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.

Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.

Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.

Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik.

Servis falan yoktu.

Ayakkabılarımız eskirdi.

Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.

Annelerimiz bu durumu bildiklerinden, kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.

Mahallemizdeki tüm teyzeler annemiz gibiydi.

Susayınca girer evlerine su içerdik.

Ya da pencereden bir sürahi bir bardak uzatır, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.

Kısacası evine girip gelen (ki sadece çişi gelen giderdi evine) elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.

Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.

Bu bazen bir kurabiye bazen bir meyve olurdu.

Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.

Çok garip ama kimse almazdı.

Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.

Düşünce kaldırırlar, kavga edince hemencecik barışırdık.   

Polisler, jandarmalar, ailelerimiz gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.

Sonra kavgalarımızda öyle ustura, falçata ile olmaz, onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, küfürleşir, tekme atar, yine oyuna dalardık.

Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık. 

Misket oynamaktan, plastik bir topun peşinden koşmaktan el ve ayak parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık!..

Azar işitip, acillere taşınmazdık... 

Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik.

Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.

Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim!

Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki...  

Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.  

Evlerimiz var içinde yaşayan yok. 

Parklarımız var içinde oynayan çocuk yok.  

Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar… 

Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz.  

Tahta iskemlelerimiz de oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu. 

Ben kapılarında "vale"lerin, "bady"lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir. 

Benim değildir bu kültür!  

Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.  

Nedir bunlar? 

Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.  

Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk. 

İyi de neden böyle olduk? 

Biz mi istemiştik?”

 Günün Sözü:

“Kötü günlerin geçtiğini gördün. Her şeyin geçici olduğunu öğrendin. Yapamam dediklerin olmadan yaptın. Atlatamayacağını sandıklarını atlattın. Bittin zannettiğinde yeniden başladın. Hiçbir şey gözünü korkutmasın. Her şey eskisinden daha güzel olacak.”