Bu pazar da sizlere kıssadan hisse çıkaracak bir hikâye aktaracağım.

Keyifle okumanızı diliyorum.

İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet bütün mahkûmları serbest bırakmış.

Fakat içlerinden iki papaz hapisten çıkmak istememişler.  Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişler.

Durum Sultan Mehmet'e bildirildi. Papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Sultan Fatih'e de anlattılar.

- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz.

Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik görürseniz, hemen bana bildiriniz.

Sultan Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yer Bursa idi. Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

Bir Müslüman bir Yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Sabah olunca erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.

Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan kişiyi çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını vermiş.

Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce ve bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.

                            ***

Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar.

Tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı kişiye götürüp teslim etmek ister;

- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.

Tarlanın ilk sahibi o da şöyle söyler:

- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.

Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve rızalarını alıp nikâhlayarak altını çeyiz olarak verir.

Papazlar daha fazla gezmeye gerek olmadığını ve Sultan Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de nakledip şöyle derler:

- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin mensupları başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.

Şimdi bunu yapacak kaç hâkim var? Altınlar benim hakkım değil diyecek kaç gönlü zengin var?

Her dönemde ve her yerde gerçek ve adil olan bir adalet varsa orda huzur ve saadet vardır. Güven vardır.