Yaklaşan baharın aceleci dalları daha Şubat bitmeden tomurcuklandı. Her yaz kuruyup kavrulacağını, her güz yapraklarını dökeceğini bile bile yine aynı heyecan aynı şevk ile çiçeğe durdu. Her sabah şu saatte kalk desek meselâ bir ayva ağacına, bizi umursamaz. Sığırcıklar konar konmaz dallarına uyanıp onların şarkısına katılıverir.

Her gün sadece şuradan şuraya savrul desek bir kavağa asla boyun eğmez. Deli rüzgârlara verir de başını sözümüzü dinlemez.

Her akşam sadece şu toprağa bak desek bir çınara ulu dallarını açar da göğe yıldızlardan başkasını seyretmez. Yeryüzünde hiçbir yaşam başkasının tavsiyeleriyle sürüp gitmez.

Gök aynı, toprak aynı, kuşların sesi aynı, yıldızlar hep parlak. Başımızı verebiliriz biz de deli rüzgârlara hâlbuki bulutlar aynı. Bizler de heyecandan çiçekleniversek zamansız, seyre dalsak şu âlemi her gece izlediğimiz sahte “hayatta kalma mücadelelerini” izlemek yerine… Her gün aynı yolları tepmese de ayaklarımız kaybolsak bu engin yeryüzünde…

Peki ya insan nasıl yaşar? Nasıl baş eder dünyayla her gün? Uyanıp o gri binaların, homurtulu fabrikaların içine kendini atacak gücü nereden bulur? Yıllar evveline ısmarlayıp da hâlâ bir hedeften öteye geçemeyen hayalleri için mi? Yoksa kafasındaki o büyük boşluktan, düşünmekten, kaçmak için mi?

İlk çığlıklarımızla çınlatırken yeryüzünü her şeyden habersiz sandığımız çocuk hâlimiz görmüş gerçeği. İşte böyle zamansızca ve beklenmedik bir şekilde başladı ve de öyle bitecek bu macera. Yine ne olduğunu anlayamadan kafamızda şu anla ve gelecekle ilgili bin bir plânla yok olup gideceğiz.

İnsan kaç yaşında tanır kendini? Ne zaman haşır neşir olur sadece kendiyle, içiyle? Yazılmış bir senaryoyu tekrarlamaktan öte bir şey olmalı hayat. Tüm zerrelerinde canlılığı hissederek ve aynı zamanda bunu geçiciliğini bilerek ama yine de biteceğine inanmayarak… Bedenin değil ruhun sonsuzluğunu sezerek nefes almak…

Uyanacağın saat, giyeceğin kıyafet, yiyeceğin yemek, yürüyeceğin yol, söyleyeceğin her bir söz, izleyeceğin program, satın alacağın şeyler… Hangisi sana ait? Hangisi senin seçimin ve senin kararın? Ötekilerden bağımsız ve senin?

Kendimize birbirimizin aynısı kumdan kaleler örmüş, içine girmiş ve bu huzurlu hayatımızı yaşamaya koyulmuşuz. Bir tekmeyle yıkılıverecek bu kusursuz düzenimizin sonunda kazancımız o duvarlarımızın kumları olacak üzerimize örtülmek için.

İçimizde bir yerler biliyor bir şeylerin ters gittiğini aslında. Zaman zaman dalıp gidiyoruz, yoruluyoruz. Yeni güne uyanacak gücü kendimizde bulamıyoruz. Kalkıp da o koca dünyayla ve onun insanlarıyla savaşamayacakmışız gibi geliyor. Sonra yine “makine” içine çekiyor bizi. Bu böyle sürüp gidiyor.

Bir denize söz geçiremezsiniz. Kimi zaman dalgalarla döver kıyıları, kimi zaman bir ölü göğsü gibi hareketsiz durur. Bazen yutar canları, korkutur; bazen yakamozlarıyla büyüler, hayran bırakır.

Bir deniz kadar, ağaç kadar, kuşlar ve yıldızlar kadar bu yaşamın parçasıyız. Ve en az onlar kadar bu dünyayı yaşamalıyız. Zamansız da olsa, plânsız da olsa bazen akıp başımızı taştan taşa vurup bir ırmak gibi “kendi” yatağımızı bulmalıyız. Bir barajda biriktirile biriktirile kapakların açılacağı günü beklemek değildir yaşamak. Kendimizi tüketmeden de var olmanın bir yolu olmalı mutlak.